Duyurular | |
Gossip Girl | ~ NY gençleri neredesiniz? Dedikodularınızı bekliyorum. Bilgi için tıklayın.
Seviliyorsunuz. Xoxo |
Yönetim Kadrosu |
|
|
| Bir şapşalın şefkati. | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
Misafir Misafir
| Konu: Bir şapşalın şefkati. Salı Ağus. 31, 2010 5:26 pm | |
| ♣ April Roxane Bathory & Chelsea Rosalié Bathory . ♣ Öğlen iki suları .
Ilık ılık yükselen hava toz zerreciklerini geride bırakarak teninde deviniyordu. Son zamanlarda göz kamaştırıcı bir bronz tonuna ulaşmak, pek çok iltifatın çekim merkezi haline gelmekten öte, sağlığın vücudunda çalkantılarla ilerlediğini fark etmek demekti. Buğday saçları şezlongun gerisine atılı halde, çevreye olgun kavunlar atarcasına yoğun bir kokuyla dalgalanırken saki Aph'e yanaştı. Beyaz dişleriyle hiç de kasıntı olmayan gülücükler yayarak hafif alkollü bir kokteyli küçümen sehpaya bıraktı. Genç kız tatlı bir tebessümle başını salladı, bardağı gevşekçe kavradı. Güneşin onlarca cam bilye şeklinde ter damlası yarattığı vücuduna bakındı, bikininin göğsünde kapladığı alanın sırılsıklam olduğu hissedince alnını kırıştırdı. Ara kahverengilerde sıkışıp kalmak yerine canlı ve seçkin bir renk arıyordu. Biraz daha yanarsa istediği kıvama ulaşacağını düşünmekle hata etmişti anlaşılan. Çünkü gitgide, kışın doğmuş taze bir bebeğin içinde düştüğü soğukla mücadele eden, kızarmış yanaklarının pembeliğine bürünmekteydi omuzları. Durumun tuhaflaşmasına fırsat vermemek adına süratle ayaklandı. Havuzun kenarından ince tabaklar halinde yayılan kolarlu suya değmesine ramak kalan havlu, bir uşak tarafından derhal kaldırıldı. Dalgınlık ve berraklık arasında bir anlığına sıkışmış zihninden belli belirsiz bir gülümseyişin izdüşümü, çehresine yansıdı. Kokteyli ayakta dikilerek son damlasına dek alelacele içti ve evin içine geçti. Her bir yana atılmış giysilerinin dokunulmazlığını ilan ettiği için, hiçbir hizmetlinin dikkatine değmeme durumundaydı sayısız elbise. Televizyonun üstünden bulduğu krem rengi diz üstü elbisesini, henüz giydiği iç çamaşırlarının hemen üstüne geçirdi. Kahverengi, değişik şekillerde işlenmiş birkaç şerit yakasından aşağı iniyor, belinde ilginç bükülmeler yaratarak kıyafetin sonunda zarif bir kurdeleyle kıvrılıyordu. Rahat ama şık. Salaş fakat etkili. Birbirine zikzaklarla geçirilmiş iplerin bezendiği topuklu kahverengilerini de ayağına takıverdi. Dışarıdaki müthiş kalabalık manzarasının böldüğü çim alana bakan bir Starbucks pencere kenarı, birkaç dakikadır burnunda tütmekteydi. İşte bu andan itibaren eş zamanlı olarak zihnine, içinden özlem kokusu taşan bir fikir daha yerleşti. Hızla kaptığı deri çantasının eşliğinde Chevrolet'sine bindi, bugün şoförü es geçecekti. Limitin onlarca çizgi üzerinden gittiğini fısıldayan göstergeye bir kez olsun bakmadan belleğindeki hayali tmamalayan kafenin arka tarafına park etti. Zeminde sakince şıkıyan topuklar gelişini, silüetinden önce belli etti. Az sayıdaki gereksiz tanıdık yüze bakınmadı, taş çatlasa iki üç kere okulda rastlaştığı yeniyetmeler. Yeterince zeki olmadıkları sürece küçük insanlarla fazla takılmamayı alışkanlık haline getirmişti -kibirli oluşundan değil, seçiciliğinden. Elbette dünyada eşi benzeri bulunmayan bir sevgiyle donandığı kardeşi Rosé hariç. Uysal bir dille istediği lattenin ardından deri çantadan telefonunu çıkardı. İşte özlem kokusunun buram buram yayıldığı plan buydu. Yanına kimi çağıracağını çoktan kararlaştırmış, doğru zamanı beklemişti. Kahvesinin yakında geleceğini bilen o rahatlık haletiyle kuşanacağı vakit. Yani şimdi. Parmakları öyle anlamlı bir usülle yazıyordu ki mesajı, telefonun kendisi akla bürünüp kime yollanacağını her an çakabilirdi sanki.
"Rosé, tatlı meleğim benim. Kokun burnumda. Starbucks'a gelmiş ve karşıma oturuyor gibisin. Neden hayalimi gerçekleştirmeyesin? Seni bekliyorum. Ablan öpüyor."
Yalnızca şefkatle gülümsedi yüzü. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Salı Ağus. 31, 2010 7:08 pm | |
| "Rosé, tatlı meleğim benim. Kokun burnumda. Starbucks'a gelmiş ve karşıma oturuyor gibisin. Neden hayalimi gerçekleştirmeyesin? Seni bekliyorum. Ablan öpüyor." Yüzümdeki kocaman gülümsemeyle giyinmeye başladım. Siyah-gri elbisemi ve siyah ceketimi giydim. Siyah topuklu botlarımıda ayağıma geçirip kendimi dışarı attım. Gri Volvoyu almaya karar verdim. Her zaman kıyafetimle uyumlu bir araba seçerdim. Uyum en önem verdiğim unsurdu, kusursuz olmak istiyordum. Her açıdan. Ablamı özlemiştim. Sanırım malikaneye bazen uğruyordu ama IV. sınıflar kendi evlerine çıkar. Bu bir kuraldır ve istisnası yoktur. Ama sanırım ben IV. sınıf olduğumda bile malikaneden kopamayacaktım. Bu evdeki anılarımı unutmam imkansız. 3 yıldır burada olmamıza rağmen bendeki değeri oldukça fazladır. Starbucks'ı seçmiş olmasına sevinmiştim. En sakin, sessiz ve doğruyerdi. Paparazzilerin resmimi çekmesi gerekmeyen bir yer. Son filmden beri peşimdeydiler. Menajerim rol partnerimle ilişkim olduğunu söylemiş ve ardından bizi zorla buluşturmuştu. Onun da geleceğini düşünerek gitmiş ve ardından orada olmadığını fark ettiğimde kaçmıştım. Ama 'Chelsea buluşmadan neden kaçtı?' haberlerine engel olamamıştım tabii. Dertleşmeye ihtiyacım vardı ve April doğru kişiydi. Bana Rosé demesi her zaman hoşuma gitmiştir. Macaristan'da asiller birbirine aile isimleriyle, yani 2.ci isimleri hitap ederler. Roxane. Bana vatanımı hatırlatıyordu. Onu Starbucks'ta bulduğumda yüzümdeki koskocaman gülümsemeyle yanına gittim. "Ablaa!" dedim gülerek ve sıkıca sarıldım. Oda bana gülümsemişti. Yanına oturdum ve bir Frappicino istedim. Aynı zamandada endişeli endişeli etrafı tarıyordu gözlerim. Ardından ablamla Starbucksta oturuyor olmamın haber değeri taşımadığını fark ettim, nefes almak kadar doğaldı. Endişeyi bir kenara bırakmalıydım.
- Spoiler:
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Çarş. Eyl. 01, 2010 1:07 pm | |
| Koyu renk elbiselere kuşanmış, pudralarla asla tutturulamaz kusursuz beyazlıkta bir ten. Her gördüğünde aklına, üstü krema kaplı kestaneler getiren görkemli saçlar. Küçümen bir silüet şeklinde belirip netleşen bu görüntü aklını başından aldı. Rosé'un tatlı yürüyüşünü şıkırtılarla belirgin hale getiren topuklulara minnet duydu. O ses kulaklarını okşar okşamaz, kafası heyecanla yukarı kalmış ve irileşmiş gözlerindeki kızın yansıması kalbindeki dalgalar yaratmıştı. Buğday saçlarının zerafetle döküldüğü yüzü, koskocaman bir sırıtışla aydınlandı. Gözlerinin çivit mavisinde bir anda onlarca gökkuşağı çıkmış, baktığı her yere renk cümbüşü saçmış olmalıydı. Böyle yoğundu işte sevinci. Hızla ayağa kalkarak en büyük boy kucaklamasından verdi Rosé'a. Elleri, kız kardeşini incitmekten korkan ve onla özlemini gidermek için de çırpınan bir ikilemde kalmış şekilde dolandı bedenine. Küçük yaşlardan beri hatırladığı o koku şimdi dibindeydi ve burun delikleri bayram ediyor, kanatları sevgiyle titriyordu. Kardeşinin mis kokusuyla doldurdu ciğerlerini, şampuanın rayihasını özgür bırakan saçlarıyla birlikte kafasını okşadı. Büyük buluşmanın temel malzemesi olan sarılma devri bitip de oturdukları zaman, Aph devasa coşkusuna sığınarak kardeşini izliyor, hal ve tavırlarındaki olası değişimleri saptamaya çalışıyordu. Uzun bir zaman değildi ayrı kaldıkları vakit. Ama ne de olsa anne bir an ayrılamazdı çocuktan, kendisi de sevgili Rosé'undan. Siparişlerin beklendiği süre boyunca süzmüştü onu. Kahveler geldiğinde kısa, rahatlatan bir yudum aldı kendininkinden. Vardığı sonuçları düşünmeye başladı ardından. Henüz bu genç yaşında sahip olduğu ünün verdiği bazı özelliklere rastlamıştı; bilindik Rosé'un şirin utangaçlığı görünüşünün birkaç perde arkasına itilmiş, endişe dolu halleri hafifliğe doğru kaymış ve bazen lüzumsuz yere çıkan duygusallığın önü kesilmişe benziyordu. Yoksa bu buluşma muhtemelen gözyaşları içinde başlamış olurdu. Ya da birkaç hafta birbirlerinden uzakta kalışları, genç kızın ilk beş dakikada atlatıvereceği bir utangaçlık devresine girmesine neden olabilirdi. Fakat hiçbiri açığa çıkmadı. Gülümseyişleri daha bir canlanmıştı gerçi. İşte bir avantaj. Fakat endişe kavramı hizaya sokulamamıştı anlaşılan. Gözlerinin bir adım gerisinde saklanan ünlemleri görebiliyordu April. İnsanları açık birer kitapmışçasına okuyabilme özelliğinin yanı sıra, kardeş olmanın verdiği çekimsel yakınlıktan kaynaklanıyordu bu. Korkularının ne olduğunu bilmese bile çok da önemsemeyi düşünmüyordu, genelde hepsi üstünde durulmayacak şeyler olurdu çünkü. Fakat sorularının bir an önce cevaplanıp,, Aph'i merakından kurtulması için sohbete hemen başlamak iyi bir fikirdi.
"Özlemek ve yanında bulamamak çok zor novér*. Ünün ablanı unutturacağını biliyordum. Neden bir an önce görüşmedik ki. Şu iki haftada ne olduysa hepsini anlat şimdi, bekliyorum." Gülüsmedi. "Yanacağınız tüm dertlere hazırım efendim." Elini başına götürerek asker selamı verdi ve güldü. Kardeşinin tüm endişelerini, korkularını dinlemekten ve bir çare bulmaktan hoşlanırdı. Elbette tüm bunlardan arınmış bir Rosé çok daha sağlıklı olurdu, her ne kadar daima ona destek olan bir ablası olsa da.
novér*: Macar dilinde kız kardeş. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Çarş. Eyl. 01, 2010 2:46 pm | |
| "Özlemek ve yanında bulamamak çok zor novér.Ünün ablanı unutturacağını biliyordum. Neden bir an önce görüşmedik ki.Şu iki haftada ne olduysa hepsini anlat şimdi, bekliyorum." Novér. April her zaman bana ülkemi hatırlatırdı. Ülkem, sahip olamadığım annemi. Annem geçmişimi. Kalbimde her zaman bir yere sahip olan ama dokunamayacağım, sevgimi anlatamayacağım kadar uzakta olan insanlar. David. Yine önümde eğilmiş, bağlılık yemini ederkenki hâlini gördüm birden. Ellerimi uzattım çaresizce ama ulaşabildiğim tek şey kahvem olmuştu. Bütün düşünceleri savuşturdum zihnimden ve ablamın söylediklerini düşündüm kahvemi içerken. Doğduğum andan beri aramızda bir çekim vardı. Bir nevi tek yönlü telepati. Çoğu insan benim açık bir kitap olduğumu söylerdi, ama April bir kitabın harflerle ve rakamlarla sınırlanmış haliyle değil, ruhani bir biçimde okurdu beni. Ruhumun derinliklerine iner, hislerimi bulurdu. Az önceki endişemi gözlerimde görmüş olmalıydı. Sahip olmadığım bir anne gibi, beni sakinleştirmek istiyordu. Endişelerimi bilmek, tedavi etmek istiyordu. Bana sarılmasını bu yüzden çok severdim, bir annenin yeni doğan bebeğine sarılması gibiydi. Doyasıya sarılmak istiyordu bir yanı, diğer yanı ise canının yanmasından korkuyordu bebeğinin. Ve tıpkı hayallerimdeki anne gibiydi kokusu, gerçek anneme bir kez olsun sarılabilseydim, burnuma dolacağını bildiğim o kokuydu. Endişelerimden, korkularımdan kaçmamam gerektiğini söylerdi bana hep küçüklüğümde. Şimdi de onun sayesinde yine yüzleşecektim."Yanacağınız tüm dertlere hazırım efendim." Dert. Doğru kelime bu muydu? Sanırım evet. Ama yanmamayı umuyordum. "Endişeliyim." diye başladım anlatmaya. "Oyunculuğa olan tutkumu en iyi sen bilirsin." Bu doğruydu. Konuşmaya başladığımdan itibaren sayısız tiyatro ve müzikal sahnelemiş hatta Macaristan'daki son yılımda kendi müzikalimi yazmış ve sergilemiştim. Ne zaman ilhama ihtiyaç duysam, ne zaman rolüme çalışacak olsam, eski videoları izlerdim. 5 yaşımdayken Pamuk Prenses'i oynayarak kendimi göstermemle başlamıştı her şey. Juliet oynar gibi oynamıştım Prensesi. Ardından Kül Kedisi ve diğer bütün klasikler gelmişti. En sonunda gerçek tiyatroya 15 yaşımda adımımı atmıştım. Juliet'i oynamıştım daha 15 yaşımda. Ve bütün salonu ayağa kaldırmayı başarmıştım. Bir tutkuydu bu benim için, bir yetenek. Yaşam biçimi. "Eskiden çok daha kolaydı bu. Tiyatro sahnesindeyken. Ama insanlar beni beyaz perdede izlemeye başladığından beri adım atamaz oldum." Asık suratımla birlikte iç geçirdim. "Tanımadığım birsürü sevgilim ve kuzenim ortaya çıktı birden. Kendime ve sevdiklerime zaman ayıramaz oldum. Her zaman endişeyi de yanımda götürüyorum. Gittiğim her yerde gölgem gibi geliyor peşimde. Papparaziler de öyleler. Kuyruğum gibiler! Başta bunu rüya sanmıştım, sette olmayı, her zaman hayranlıkla izlediğim aktörlerle çalışmayı. Ama artık bunun bir kabusda olabileceğini fark ediyorum." Cümlenin sonuna doğru sesim dahada artmış ve ardından tamamen yok olmuştu. Birden bire alevlenen ve birden sönüveren bir mum alevi gibi.
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Perş. Eyl. 02, 2010 5:31 pm | |
| Var olan sakitliğinin her bir yanını kuşatmasına rağmen, bir duygu tohumuna rastlama umuduyla gözlerinin kardeşininkilerle buluşması güç gerektiriyordu. O bakışların ince derisine adeta kızgın ateşe değmiş demirlerle işli olan kaygıyı görebiliyor, bakmadığı zamanlarda yoğun şekilde sezebiliyordu. Sanki katılaşarak önlerine atılmış bavullar dolusu "tedirginlik" vardı! Yavaş yavaş bu duygunun tek esirinin kendi olmadığını hissetmeye başlayan Aph'in delimsek sevinci durulur gibi oldu. Karşısındakinin enerjisinden bir tutam kendisine de bulaşıyordu. Bu yayılımı engellemek istercesine oturduğu yerde şöyle bir kıpırdandı. Bugün birinin tüm tereddütten sıyrılmış, ayık olarak diğerini avutması ve yönlendirmesi gerecekti. Rosé'un yaşadığı karmaşaya odaklandı. Ünün bulaştırdığı tuhaf illetleri aklından geçirdi, yorucu geçen haftalar, dersten soğutan ve insanın kafasını bulandıran tonla laf ezberi. Belki de en kötüsü, dünyada tek kalmış olsa dahi öpülmeyecek bir erkeğin ıslak köpek kokulu dudaklarını rol gereği öpmekti. Gülme arzusu karnını kasarken yalnızca kısık sesli bir gülüşle yetinmek zorunda kaldı. Hayalinde canlanan -varlığı mümkün olmayan- kaprisli bir Rosé, göbekli ve kel bir adamı burun kıvırarak öpmeye hazırlanıyor. Ardından da seti alt üst ederek yönetmene suçlu parmağını doğrultuyor, "Hey aptal bayım, bu senaryonun sonu kötü!" ve dilini çıkarıyor. Hayatta en umulmayacak türden bir sahneydi bu. Hayalinin saçmalığına bir kez daha kıkırdadı ama bu sefer içinden. Kahve yudumlarının boğazlarından akıp geçerken yarattığı sessizlik kız kardeşi tarafından bölündüğünde, Aph, kahvesinden aldığı bir sonraki yudumu minnetle duygusuyla birlikte yuttu. Dalgın belleğinden geçen sürüyle düşüncenin gölgesinde kalmış zayıf bir beden gibi hissetmişti. Anı ve fikriyatın bolluğu yakasını bırakmıyordu ki konuşmaya kaldığı yerden devam edebilsin ya da bir an önce sorusunu yanıtlaması için sükun içinde kız kardeşine odaklanabilsin. Fakat aniden verilen cevap karşısında zihni bile bir suskunluk devriyesine çıkmış bulundu. İlk önce endişeden laf açıldı. Ardından oyunculuğa olan aşktan. Doğru, diye geçirdi içinden. Aklının bir köşesine tiyatroyu, kalıcı bir kral gibi oturtan ya da bir afiş gördüğünde kağıda dört elle sarılan Rosé canlandı düşünde. Anlamsız bir arzu olduğunu düşünmüştü Aph başta. Fakat kısa bir zaman zarfına sıkışmış bir durum oldu bu. Bir gün şimşek hızın kafasında çakan ses ona, kız kardeşinin sinemaya olan ilgisinin geçici bir hevesten fazlası olduğunu mırıldandı. İşte o zamandan beri gerçek şöhreti yakalayacağı zamanı merak ediyordu ablası. İçten bir gülüş yeniden ışıltılar saçtı yüzüne. Başarıyla oynanmış onca oyun gözlerinin önüne peşpeşe seriliyordu. Yetenek akıyor senden kızım. Gözleri kardeşine çevrili, içinden düşündü. Ardından sözlere döktü aklındakileri.
"Yeteneğinle ailemizi gururlandırdın. Ama bu şu kadarcık bile umrumda değil. Çünkü bu senle ilgili, senin zaferin. Bundan pay çıkaramam, ne kadar çok istesem de." Dudaklarını büzdü, dilini hafiften çıkardı. Tebessümle, minik şakasının ardından konuşmayı sürdürdü. "Endişeye söyle artık yakanı bırakabilir çünkü oraya yapışacak yeterince hayranın var zaten!" Sevinç sesinin tınısını kuvvetlendiriyordu. Rosé'un söylediği diğer şeyleri hatırlayarak onların yanıtsız kalmasını engelledi. "Çünkü çıktığın sahnelerin armağanı küçük çapta bir kitleydi, bebeğim. Şimdi en çok aranan oyunculardan biri olmak... Bundan alabildiğine haz duy. Peşini bırakmadıklarını fark ettiğinde paparazzilere şöyle bir bakış at." Tek kaşını yukarı kaldırdı, dudakları alaycı bir gülüş takınarak gerilmişti. Oldukça etkileyicilik yüklü yüz ifadesini birkaç saniyeliğine koruyarak güldü ve devam etti. "Tersleme onları ama sırıtarak 'Hadi şimdi toz olun!' dersen de işe yaramaz. Rahat ol, kameraların önüne doğmuş gibi, yeterince alışık şekilde. Sonra gizemli bir havaya bürün ve oradan uzaklaş. Seni daha fazla isteyecekler ama yaklaşmak daha zor gelecektir. Ulaşılmaz genç kız! Şok şok ve bir kez daha şok. Ama sonsuza kadar kurtulamazsın elbette. Bu şöhrete bürünmenin doğası. Mutlaka seni izlerler. İster bir diziden olsun, ister bölünmüş bir özel hayatın parçalarından. Dediğim gibi. Gizemli ol ve onlara istediklerini verme. Hatta yeni yerleş keşfedebilir, yemeğini orda yer, kahveni orda içersin. Senden biraz yoksun kalsınlar. Belki değişiklik hoşuna bile gider?" Soran gözleri kızınkilere çevrilmişti, hala mutluluktan gülümser bir tavrı vardı.
En son April Roxane Bathory tarafından Cuma Eyl. 03, 2010 1:23 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Perş. Eyl. 02, 2010 6:50 pm | |
| Larry iki tanıdık Bathory suratını görünce durmayı tek bir an bile düşünmedi. İçeri girip sevgili kardeşlerine "merhaba" deme vakti çoktan gelmişti. Hem o zaten her zaman davetsiz misafir olmamış mıydı? Tanınmamak için kafasına geçiridiği sapkayı düzelttikten sonra, son kez kendisine Starbucks'ın girişindeki camın yansımasından baktı. Değişmişti. Onu mahveden tek şey de buydu. Tek başına dilini bile bilmediği insanların arasına gönderilirken de kardeşleri şimdi olduğu gibi onun varlığından haberdar bile olmamışlardı. Geri gelmişti ama şimdi tek kişinin bile bundan haberi yoktu. Hiçbir şey değişmemişti. Arthur Larry Bathory dışında. Bilindik aile gülümsemesini yüzüne yerleştirdikten sonra ilk adımını atıp kapıyı açtı. Latté'nin ılık karamel kokusunun içini doldurması uzun sürmemişti. Ne varki karamel kokusunu hissedemiyordu bile. Ona doğru bakan kardeşinin ismini hatırlamaya çalıştı. Hatırlayamıyordu. Canının tekrar yandığını hissetti. O hiçbir zaman babasının ona söylediği kadar kötü biri olmamıştı. Kötü olan tek insan yıllardır onu kardeşlerinden ayırmıştı, ve şimdi Larry kardeşlerinin ismini hatırlayamadığını farkediyordu. Lanet olsun. Kızkardeşinin yüzüne tekrar baktı. Kumral saçları onu küçüklüğüne götürmesine yeterli olmuştu. Birisinin onu yerden kaldırdığını hatırlıyordu. Küçük bir kız çocuğuydu bu. Ona doğru eğilmiş ve alnında kanayan yeri öpmüştü. Larry ona tebessüm ederken April demişti. April. Şükürler olsun, evet ismi buydu! Diğerinin yüzünü göremese de elinin üzerindeki küçük ben onun kim olduğunu hemen ele vermişti. Chelsea Rosalie. Arthur'un gülü. Yıllar sonra söylediği bu şapşalca şey için kendisine kızmadı. Aksine yüzündeki sırıtış kendini daha çok belli ederken o sessiz adımlarla ikisinin bulunduğu masaya yaklaştı. İkisinin de bu kadar büyüyüp, güzelliştiklerine inanamıyordu. Eğer Japonya'da bulunduğu yıllar boyunca bir kere bile aranmış olsaydı, şimdi özlemle onların boyunlarına sarılabilirdi. "Bunun aksine" dedi kendi kendine. "Seni tek kişi bile aramadı, oğlum." Şimdi Chelsea da April da ona doğru soran gözlerle bakıyorlardı. Nihayet şapkasını çıkarıp, küçüklüğünden beri yüzüne yerleştirdiği gülümsemesini takındı. April, Chelsea! dedi sesinin titremesini önleyerek. Beni özlediniz mi, sevgili kız kardeşlerim? |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Perş. Eyl. 02, 2010 9:23 pm | |
| "Yeteneğinle ailemizi gururlandırdın." Bu söylediği o kadar hoşuma gitmişti ki. Zaten her yaptığımla ailemizi gururlandırmıştım. Her yaptığım işte 'ailemi gururlandırmak' amacımdı. Ama o devam etti. "Ama bu şu kadarcık bile umrumda değil. Çünkü bu senle ilgili, senin zaferin. Bundan pay çıkaramam, ne kadar çok istesem de." Umurunda olmalıydı. Ailemi gururlandırıyordum ve bu bana gurur veriyordu. Ve benim her şeyimde onun payı vardı. Bana annemin veremediği sevdiği vermişti çocukluğumdan beri. Bu yüzden Alexis'in sahip olmadığı şeylere, iyiliğe, saflığa ve sevgiye sahip oldum. Bu şakacı konuşmaları beni gevşetiyordu aslında. Ama bilinçaltıma yerleşmiş olan 'her zaman mükemmel olma' zorunluluğum fazla rahatlamama engel oluyordu. Ama ben seviyordum bunu, iplerimi elimde tutmamı sağlıyordu. "Endişeye söyle artık yakanı bırakabilir çünkü oraya yapışacak yeterince hayranın var zaten!" Onun yüzünde oluşan neşeli gülümsemenin aksine, gözlerim iri iri açılmıştı. Nefes alamıyordum sanki. Bütün o hayranlar geldi gözlerimin önüne. Nefes aldırmayışları. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes almayı denedim. Başarmıştım. Ve bir nefes daha. Sakinleşemiyordum yinede, bütün o çığlık atan insanların görüntüsü gitmiyordu gözlerimin önünden! Sorduğum diğer soruları yanıtlamaya başladı ben sakinleşmeye uğraşırken. "Çünkü çıktığın sahnelerin armağanı küçük çapta bir kitleydi, bebeğim. Şimdi en çok aranan oyunculardan biri olmak... Bundan alabildiğine haz duy. Peşini bırakmadıklarını fark ettiğinde paparazzilere şöyle bir bakış at." Aptal! Aptal Chelsea. Neden sinemaya geçmek istedin ki sanki! Bunun cevabı zihnime dolarken gerçek anlamda sakinleştim. Kendimi beyaz perdede izlememenin verdiği zevk. Çekimlerde, setin büyüsünün etkisiyle kendimi kaybedişim, karekterimin kimliğine bürünüverişim.. Bunlar paha biçilemezdi. Bütün bu çileye değecek şeylerdi hepsi. April'in yaptığı bakışa kıkırdadım. Benim asla yapamayacağım bir bakıştı o. "Tersleme onları ama sırıtarak 'Hadi şimdi toz olun!' dersen de işe yaramaz." Bu kelimeyi söylediğimi hayal bile edemiyordum. "Rahat ol, kameraların önüne doğmuş gibi, yeterince alışık şekilde. Sonra gizemli bir havaya bürün ve oradan uzaklaş. Seni daha fazla isteyecekler ama yaklaşmak daha zor gelecektir. Ulaşılmaz genç kız! Şok şok ve bir kez daha şok." Bu fikir beni gülümsetmişti. Gizemli kız. Zaten papparazilerden sürekli kaçmıyor muydu? Gizemli görünmek gözlerini korkutabilirdi. Ama yine, ne yazık ki, April devam etti. Bazen her zaman doğruları söylemek iyi sonuç vermezdi ama April bana karşı her zaman dürüst olmuştur. Üzülsem bile bu huyunu severim. "Ama sonsuza kadar kurtulamazsın elbette. Bu şöhrete bürünmenin doğası. Mutlaka seni izlerler. İster bir diziden olsun, ister bölünmüş bir özel hayatın parçalarından. Dediğim gibi. Gizemli ol ve onlara istediklerini verme. Hatta yeni yerleş keşfedebilir, yemeğini orda yer, kahveni orda içersin. Senden biraz yoksun kalsınlar. Belki değişiklik hoşuna bile gider?" Kendimi bir sokağın köşesinde, dedektif gibi giyinmiş bir şekilde, sadece su ve kahve tozundan yapılmış bir bardak ucuz kahve içerken hayal etmeyi denedim. Kesinlikle bana uygun değildi. O aptal fotoğrafçılar yüzünden lükslerimden fedakarlık yapamazdım. Paranın satın alabileceklerinin en iyileri önüme dizilmişken, elimin tersiyle itemezdim onları. "Sanmıyorum." dedim gülümseyerek. "Beni bilirsin." ve lezzetli Frappicino'mdan bir yudum alarak tekrar gülümsedim. Anlamıştı. "April, Rosalié! Beni özlediniz mi, sevgili kız kardeşlerim?" Bu ses! Ve bu alaycı uslup. Arkama dönmeye korkuyordum. Arhur. Abimin sesini unutmam imkansızdı. Bir Bathory erkeği olmanın getirdiği özelliklerden biriydi erkeklerimize. Tok,sert ve gür bir ses. Bir krala yakışabilecek bir sesti bu. Ama Arthur hiçbir zaman bir krala benzeyememişti. Babasının onu İngiltereye, Madame Ursula'ya, göndermesinin nedeni buydu. Madame yüzlerce asil çocuk eğitmiş, şımarık çocukları, yetişkin birer lorda, ladye dönüştürmüştü. Ama bu konuşma ve ses tonu, ilk kez başarısızlığa uğramış olduğunun kanıtıydı. Hemde uzun süre İngiltere'de kalmış olmasına rağmen. Tam 8 yıl. Ama o hâlâ aynıydı. Sonunda istemeye istemeye de olsa arkamı döndüm. Sert yüz hatları ve sarı saçları aynıydı. Aynı alaycı ifade vardı yüzünde. Ayağa kalktım ve onu selamladım. Asillerin birbirlerini selamlama stilini kullanmıştım, bir mesaj veriyordum aynı zamanda da ona. Sağ bacağımı sol bacağımın önüne atıp biraz kırarak eğilmiştim. Yinede biraz değişmişti. Çocuksu yüzü gitmiş, gerçek bir adam gibi görünmeye başlamıştı. Ama o beni muhtemelen filmlerimden ve dizilerimden görmüş olmalıydı. April'ın ona şaşkın bir şekilde baktığını görüyordum. April onun küçüklüğünü benden iyi hatırlıyordu. Ve ne kadar değişmiş olduğunu da fark etmiş olmalıydı. Eğildikten sonra sol elimi yumruk yapıp kalbimin üzerine koydum ve "Arthur." dedim saygıyla. Selamımı bitirip kalktığımda "Abim Arthur Lerry Bathory 8 yılın ardından gerçek bir asil olarak dönmüş olmalı." dedim bir kralın fermanını ilan edermişcesine. Beni onaylamasını bekleyen gözlerle gözlerinin içine bakıyordum. Biraz olsun değişmiş olmasını umuyordum. Babama yetecek kadar. Aile soyadımızı hakkıyla taşıyacak kadar!
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Cuma Eyl. 03, 2010 10:49 am | |
| Larry Rosalié'nin gözlerine dikkatlice baktı. Küçük kardeşi kendi aklınca onu deniyordu. Yüzündeki gülümsemeyi resmileştirerek sağ ayağını öne atıp, sol elini arkasında birleştirdi. Küçük reveransına süs eklemek için Rosalié'nin süt beyazı elini tuttu, ve dudaklarına götürdü. Mi'lady! Bu küçük gösterinin ardından doğrulup, kız kardeşinin elini nazikçe bıraktı. Biraz soluna dönerek kendisiyle yaşıt olan April'e baktı. O biraz daha tüm bu kraliyet olaylarının dışında gibi gözüküyordu. "Hayır" dedi kendi kendine. Rosalié ile anlaşabilen birisi gerçekten kendisine benzeyebilir miydi? Gülümseyen gözlerle ona baktı ve kollarını açtı. Umarım sen de 17. yüzyıldan kalmakraliyet arması taşıyan bir bando beklemiyorsundur. Gülümsemesini kaybetmeden narince kız kardeşine sarıldı. Ne olursa olsun ikisini de özlemişti. Bunu dile getiremeyeceğini bilmek büyük bir kayıptı. Ama öbür yandan Rosalié'nin ömrünün kalan tüm yıllarını onunla dalga geçerek harcaması ihtimali vardı. İçini çekip susmayı tercih etti koyu kırmızı deri koltuğa yavaşça otururken. Rosalié, nazik mesajların için teşekkürler. En azından hala rehberindeyim. Ve... sekiz yıldan sonra, nasılsınız kardeşlerim?
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Cuma Eyl. 03, 2010 4:10 pm | |
| Büyük ihtimalle sıcacık kahvenin dumanıydı bedenine yayılan gevşekliğin nedeni. Köpüğü uzun zaman önce erimiş latteyi her dudakları arasından akıttığı zaman, bardakta saklı enfes ılıklık yüzünü yalıyordu. Bu mühim duygunun yelleri arasında kendinden geçerken kız kardeşinin çınlayan sesi ona doğru uzandı, uzaktan bir diyardan. Kapalı gözlerinin ötesinde bir bülbülün var olduğuna kanaat getirdi. Sepil sepil gövdesine nakşeden huzurun lezzeti damağını kavuruyordu. İç çekişlerini dudaklarının gerisinde, boğazının derinliklerinde hapsediyor, spontané gelen sükutu yalnızca zatıyla paylaşıyordu. Fakat o şakıyan bülbül neredeydi? Albenili sesiyle nağmeler sarf eden, kanatlarını tafradan uzak havalandırıp indiren... Birden bol bol pembe ve beyazın içinde yüzdüğü düş podyumundaki yabancı sesler çarptı kulaklarına. Sanki geriye dönmesi için bir nevi çağrı yapılıyordu. Şeker tadındaki böyle bir illüzyondan kim ayrılmak isterdi ki? Lakin özünde duyduğu bir telaş onu dünyevi boyuta yeniden taşıdı. Ani bir sancı olarak mı tanımlanabilirdi bu yoksa bilinmeyen cinsten bir önsezi mi? Gözlerini birkaç kere kırpıştırdıktan sonra az önceki sanrının tamamıyla uykusuzluktan peyda olduğunu zannetti. Gerçi son zamanlarda pek de iyi uyuduğunu hatırlayarak kahvenin aromasında saklı haşhaş bulunuyor olabileceğini düşündü. Ama fikrin geldiği gibi silindiği sırada köklü bir kahkaha boğazında titredi ve söndü. Starbuck'ta, ha? Uyuşturucu diyorsun? Sen şüphecilik hastası filansın sanırım. Zihninin okkalı cevabınaydı gülüşü. Haşhaş olayını, mümkün olabilecekmiş gibi, gayet ciddi bir şekilde düşünmüştü. Az önceki rüya halinden dolayı mantıklı olamadığına karar verdi, aklından geçenlerden utanç duymaması gerekirdi. Hem iç gıdıklayıcı bir kahvenin şirin esrikliğinde kaybolmak, kime ne zarar verebilirdi ki? Zihninde beliren özel bir espriye güler gibi kıkırdadı, başını hafifçe iki yana salladı. Tamam, geçelim. Aptalca fikirlerinden uzaklaşmaya soyunduğu şu vakitte, süratle açılan kafenin kapısında dikilen şekle odaklandı bakışları. Gayriihtiayrı bir hamleydi bu. Az önce daldığı hülyadan tuhaf bir duyguyla uyanmış, sersemlemişti. Yoksa bir yabancı olduğunu bile bile kapıdaki adama bakacak değildi ya. Genç adamı görmesi ve kafasını çevirmesi bir olmalıydı, her zarif hanımın yapacağı şekilde. Ne var ki silüetin hızla ete kemiğe büründüğü an, yabancı bir genç adamla değil de tanıdık bir çehreyle karşı karşıya olduğunu ayrımsadı. Koyu sarı saçlardan havaya fırlamış birkaç tel. Bedeni hala kafenin rahat koltuklarına gömülü kalmasına karşın, belleği yıllar öncesine taşıdı kendini. Serin bir hava var, ayaza varmayan bir esinti. Gülüşen çocuklar. Neşenin bereketle yayıldığı çimenlerin üstünde bir koşuyor bir zıplıyorlar. Sonra 'küçük April'ın gözleri bir şeye takılıyor. Masum başı önüne düşmüş bir oğlana. Küçük henüz, belki beş ya da altısında. Hafif hafif yukarı kalkan kafası, gözlerinin kendisine çevrilmesine yardım ediyor. Çimenlerle buluşmanın verdiği hazla daha da coşkun bir hale gelmiş yeşil gözler, bastıkları yerin renginden destek alarak daha da alevlenmiş. Hala bebekmişçesine güzel bir tene sahip oğlan çocuğu gözlerini kırpıştırıyor. Ağladığını çaktırmak istemeyen bir mertin bakışlarını yakalıyor April. Ondan biraz daha büyük oluşunun verdiği derin ablalık hissiyle elini uzatıyor. Solgun ve temiz saçlarının karmaşası arasından geçiriyor parmaklarını, başını okşuyor ve yüzünde yaşı kadar küçük, tatlı bir gülümseme. Elinin altında duramayarak inatla fışkıran saç tellerine bakınıyor, ne kadar da komik bir görüntü bu. Ne kadar komik, diye düşündü April anıların seli yavaştan geri çekilince. O günküne nazaran hem yemyeşil gözlerde hem de soluk sarı saçlarda bir durağanlık vardı, ikisinin de bir ton koyu rengi gelmiş ve konmuştu sanki üstlerine. Gençlik yıllarında baştan aşağı yeni malzemelerle harmanlanmış bir vücuttu karşısındaki. İrileşmiş kaslarla donatılmış kollar, geniş göğüs, gelişmiş ve tanıdık olmayan bir iskelet bu. Sonra yüzü, değişimin silsilelerinde olgunlaşmış hatlarla kaplı, yine o tanıdık olmayan duygu. Ama hoş bir duygu. Yıllar geçtikten sonra bir kez daha karşılaşma olanağı bulduğun bir arkadaşın kollarına atılmak gibi. Nahoşluk, uzun yılların kendilerini acı şekilde ayrı bırakmasını hatırlamaktan geliyor. Yüzünü kaplayan şaşkın ifadenin, bir karış açık ağzının farkına neden sonra varabildi. Gözlerindeki ünlemlere bin basan soru işaretlerini hissedebiliyordu. Merak yüreğinde büyüyor, bir burulmayla zihnine yöneliyor, gözlerini kör ediyordu. Az önceki uyku halinden kalma bir hayal miydi gördükleri? Adamın ellerine kaydı gözleri. Kardeşini tanımasını engelleyebilecek olan şapka orada asılı duruyordu. En başta çıkarmış olmalıydı şapkasını çünkü saçlarının nasıl kabardığını görmüştü. Oysa o şapka orada duruyor olsaydı belki de kendine en çok tanıdık gelen kısma düşen gölge, kardeşini anında fark etmesine mani olacaktı. Bunları düşünebildiğini görmek rahatlatıcı, şapkaya ya da sarı saçlara gerçekten bakmış olduğunu fark etmek inandırıcıydı. Sebepsiz bir minnet duygusu eşliğinde ayaklandı. İsminin söylendiğini hayal meyal duymuştu. Rosé'u, Aph'in tercih etmediği ilk adıyla çağıran gür erkek sesine doğru bir adım attı. Her şeye olağandışı bir yavaşlığın egemen olduğunu algılayabiliyordu, filmin birinde ağır çekime alınmış duygusal sahneler gibi. Sesli şekilde yutkundu. Başının dönmesine rağmen eliyle onu ovuşturamayacak derecede güçsüz kaldığını hissetti. Ağzı açılıyor, konuşmak için çıkmayı bekleyen sözcükler, karşıdaki genci görüp korkarak geri çekiliyor ve dudakları gerisingeri kapanıyordu. Züppece bir esprinin aheste aheste kulağını titreştirdiğini duyumsadı ama gülümseyemedi bile ya da onu şakayla azarlayamadı. Larry gelip de onu hafiften kucaklayıncaya değin sürdü bulanıklık. Ama ciddi anlamda sarıldıktan sonra bu sahneyi yaratan bütün fırça darbeleri olağanca gerçekliğiyle gözleri önüne serildi. İşte, Larry! Hem de et ve kemikten, yanıbaşında! Uçağının düştüğü bir adada uzun zamandır hapismiş ve bir cankurtaran görüyormuşçasına güçlü karşılık verdi kardeşinin sarılışına. Kollarını boynuna doladı ve gözyaşlarını çetin bir mücadeleyle yutarak bir şeyler mırıldandı, aradan geçen milyonlarca dakikanın her birine hoşçakal diyordu adeta. Mutlulukla kışkışlıyordu ayrılık dönemini. Biraz daha kuvvetle sıktı genç adamı ve usulca bıraktı. Gözlerini, kardeşi peri tozundan yapılma bir hayalmiş ve bir anda yok olacakmış gibi, ondan ayırmaksızın yerine oturdu. Dinginlik dalga dalga atmosferi yutarken April yalnızca ışıldayan dişleriyle sırıtıyordu. Mutlak görünen sakitlik Larry tarafından bozulduğunda, derinlerinde bir pencerenin açık unutulmuş olduğunu, buradan gelen devamlı esintilerle uzun uzun yıkandığını hissetti. İçini dolduran sevinç bu esintilerle hararetleniyordu belki de. Aklını yalnızca genç kardeşiyle doldurmak istediği için bir an önce cevap vermek arzusu hissetti. Fakat öncesinde neredeyse unutmuş olduğu Rosé'a bakındı, kendi yüzündeki "büyük buluşma"nın parıltılarından onun yüzünde de aradı. Evet, bir miktar görür gibiydi ancak bunla oyalanmadan lafa girdi.
"Larry. Şu haline bir bak. Sen..." Doğru kelimeyi aradı. Bulduğunda ise alnı kırıştı, sanki bunun doğru oluşundan hoşlanmamış gibiydi. "...resmen büyümüşsün. Seni koca herif!" gülerek omzuna vurdu ve bunu hissedip hissetmediğinden emin olamadı. Orta karar kaslı kollar da hissizleşme sağlıyor olabilirdi. Mavi gözlerle kardeşini bir kez daha süzdü. Çok belli olan bir şey vardı. Çocukken geçirdikleri zamandan arta kalan bir ifade vardı ki, bir güç tarafından kararlı şekilde gerilere itilmiş görünüyordu. Aph buna biraz da olsa içerleyerek gülümsemeye devam etti, bu sefer belki de biraz kederli. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Cuma Eyl. 03, 2010 8:02 pm | |
| Larry April'in kollarını omzunda hissedince artık başka birisi gibi olmayı bıraktı. Sessizce "abla" kokusunu içine çekti. Özlemişti. Özlem duygusunu hissetmek bile yabancıydı. Gözlerini April'ınkilere dikip, alnına doğru eğildi. Tıpkı onun Larry yere düştüğünde yaptığı gibi, kız kardeşini alnından öptü. Geri çekilirken gülümsüyordu. Derin bir nefes alarak yerine oturdu. "Larry. Şu haline bir bak. Sen..." Ben ne? Larry camın yansımasından kendisine baktı. Sen mahvolmuşsun, Larry. Bitmişsin. Tamamiyle tükenmişsin. Sana ne yaptıklarını görüyor musun? Bu sen misin? Değildi. Aynada gördüğü yüz kesinlikle Larry değildi. O Arthur'du, babasının oğlu. Herkesin olmasını istediği, ama olamadığı için kilometrelerce uzağa gönderilmiş o oğlan. "Canın cehenneme" diye düşündü gülümserken. "Yeni ismine alış." "...resmen büyümüşsün. Seni koca herif!" Evet, evet kesinlikle büyümüştü. Bathory ailesinin kendine özgü asilliğini de almıştı. Dönüp, iki kız kardeşine baktı. Küçükken sahip oldukları güzellik nasıl onları bu kadar çekici kılabiliyorduki? Bu aileye özgü bir çekicilikti, bu kadar insan arasından bile onların bir Bathory olduğunu anlamak zor olmuyordu. Sushi yemek insanı güçlendiriyor, evet. Arthur kısık bir kahkaha atıp, ilgisiz gözüken Rosalié'ye döndü. Seni televizyonda gördüm, Rosalié. Televizyon şişman gösteriyor dediklerin de inanmam gerekirmiş. Babam ne düşünüyor? |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. C.tesi Eyl. 04, 2010 4:56 pm | |
| "Mi'lady!" Gülümsemem bütün yüzümü kaplamıştı. Madam Ursula ondan bir asil yaratabilmişti demek! Artık babamdan korkmayacaktım. Bir kez daha göndermeyecekti onu. Çocukluğumdan kalma bu yüz artık gerçek abiliğini gösterecekti bana. Yanımda olacaktı. Tam ona sarılmayı düşündüğüm sırada Ardından April'a döndü. "Umarım sen de 17. yüzyıldan kalma kraliyet arması taşıyan bir bando beklemiyorsundur." Lanet olsun! Yüzümdeki gülümseme acı bir biçimde solarken sözde abimin umurumda olmamıştı. Bana abilik yaptığı zamanları hatırlayamıyordum bile. Çocukken bir kez bile düşmemiştim ki. Her zaman babamın dizinin dibindeydim. Yada kütüphanede. Ablalarım ve Arthur bahçede oyarken, henüz daha yeni okumayı sökmüş olan ben, kütüphanede çocuk klasiklerini okurdum. Sihirli kelimelerin büyüsü her an çağırırdı beni. 13 yaşıma geldiğimde bununla övünmeye başlamıştım hatta. Yemeklerde Shakespeare'den alıntılar yapıyor, sonelerini ezberden okuyordum. Babam gurur duyardı benimle. Doğduğum ilk andan beri. Arthur'la da gurur duymasını istiyordum. Macaristan'la New York arasındaki kültür farkını anlayabilmesini. Macaristan'ın hâlâ orta çağdan kalma kurallarının olduğunu çok görmüştü. Ahlak kurallarının olduğunu. Ve sosyal sınıfın önemini öğretmek için öyle çok uğraşmıştı ki öğretmenleri. Babamın dünyanın her yanında getirdiği onca öğretmeni hatırlamaya çalıştım, öye çoktu ki! Ve şimdi karşımda gördüğüm, yine aynı kişiydi. Bedeni ne kadar büyümüş, değişmiş olsada, ruhu ve beyninin içi değişmemişti. "Rosalié, nazik mesajların için teşekkürler. En azından hala rehberindeyim. Ve... sekiz yıldan sonra, nasılsınız kardeşlerim?" Neden saçmalıyordu bu şekilde. Ne demeye çalışıyordu! Gittiği andan itibaren numarasını alabilmek için babama yalvarışlarım geldi aklıma. "Lütfen efendim. Lütfen! O benim abim. Sesini duymak istememde bir kusur göremiyordum. Lütfen bana izin verin! Efendim, sesim haddinden fazla çıktı, kusura bakmayın. Bu sadece abisini özlemiş küçük bir kızın yakarışıdır." En sonunda ikna edebilmiştim babamı. Ama bu kelimeleri kaç kez kullandığımı bilmiyordum bile. Ve defalarca aradım onu. Mesajlar bıraktım. Şimdi bu sözlerle ne demeye çalışıyordu! Ardından ablama dönmüştü. Sarılmış, hasret gidermişlerdi. İçimden sarılmak gelmiyordu artık ona. "Larry. Şu haline bir bak. Sen resmen büyümüşsün. Seni koca herif!" Çenemi kapalı tuttum. Güzel ablamın dudaklarından çıkan kaba sözler öyle büyük bir zıtlığa neden olmuştu ki. "Sushi yemek insanı güçlendiriyor, evet." Sushi sevdiğini hatırlamıyordum. "Seni televizyonda gördüm, Rosalié. Televizyon şişman gösteriyor dediklerin de inanmam gerekirmiş. Babam ne düşünüyor?" Babamın kızdığını düşünüyor olsa gerekti. Yüzüme yapmacık bir gülümseme yerleştirip "Tabii ki benimle gurur duyuyor." dedim. "Ben soyadamızı gururla taşıyor ve insanlara öğretiyorum! Bathory'lerin hâlâ var olduğunu ve hâlâ başarılı işlere imza attığını öğretiyorum herkese!" Konuşmam sırasında asılan suratımı yeniden düzelttim. "Peki sen, sevgili abim, bize gurur verecek neler yaptın?" Ve bu kez yüzüme merak dolu bir ifade yapıştırarak beklemeye başladım.
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Paz Eyl. 05, 2010 1:42 pm | |
| İçinden taşan kıvamlı sevgi, yeryüzü saydığı bedeninde çatlaklar yaratıyor ve dışarı uysal hamlelerle dışarı süzülüyordu. Her an bir öncekinin on misli mutlandığını fark eden April gülümsemekle iktifa etti. Konuşmaya başlamak üzere dudakları kıpırdandığında, sesinin titrek bir hal almasını önleyebilmek için oldukça uğraş veriyordu. Larry'nin kadim varlığıyla tekrar rastlaşmak, samimiyetinin dozajını kaçırmasına neden olmuştu. Kendini, argo kelimelerden medet uman bir cahil gibi görmesi gerekirken tüm kaidelere boş vermiş durumdaydı. Ne derse desin, sesinin tınısından damla damla dökülen hasreti, ona olan düşkünlüğü ve bağlılığı fark ederdi biricik Larry! Emindi bundan, yalnız Rosé'un bakışlarıydı onu dürtükleyen. Soluklanış kadar süresiz bir an için kendini yetersiz hissetti. Hemen ardından da şakıyan kız kardeşinin eşsiz tınısını işitti, testvér'inkilerle* çarpışan bir kelam zinciri. Hastalandıktan sonraki günlerde yüze yerleşen silik ten rengini çağrıştıran bir gülümsemeyle baktı novér'e. Aynı anda hem af dileyen, hem kederlenen, hem de utanan bir manaydı veçhini istila eden. Yalnız utanç duygusu kendi adına değildi, otomatikman Rosé hesabına filiz veren yüzüne serilmiş bir örtüydü. Kulaklarında çınlayan cümlelerin sarf edildiğine inanamayan başı öne düştü. Evet, genç Rosalié adına büyük bir utanç duyuyordu şimdi. Kişiliğine karşı değil de incinmiş bir yürekten gelen boğuk serzenişlerine kulak asmasına sıkılıyordu canı. Tatlı kardeşini ayartan içerdeki bir şeytanı düşledi; ego diye ünlenmiş bereketsiz laf ebesini ve çoğu zaman onun dediklerinin dışına çıkamayan insan ögesini. Seslice yutkundu ve hafif çatık kaşlarının arasından çıtı pıtı bir perinin huzur tozunu saçarak ilerlemesine izin verdi. Gerginliğini üzerinden atmasına karşın söyleyecek sözleri, kilidi sıkı kapanmış bir kafeste hapisti sanki. Sükunetini koruyan dudakları samimi gülücüklerle çiçek açmış öylece duruyordu, 'sessizliği bozan ben olmayacağım' dercesine. Testvér'in ailedeki gurur kayası olmadığı bilinen bir şeydi, fakat o kendini geliştirmiş bir gençti artık ve neler yapabileceğini kısa zamanda gösterecekti onlara. Yapar, değil mi? Zihninde küçüklükten kalma bir April'ın parıltıları dolaştı. Larry'yi bir kez daha kolları arasına alan, ağzı büzülüp ağlama alarmları verdiğinde süratle yanına koşan bir April'ın... O bile tam manasıyla emin değildi belki, kafasına hücum eden düşüncelerden. Gayriihtiyari Rosé'a çevrilen gözleri bir merak ünlemine rastladı. Bundan da bir parça etkilenerek heves içinde Larry'ye döndü. İki kafa da genç adamdan gelecek cevaba odaklıydı besbelli.
*Testvér: Erkek kardeş |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Paz Eyl. 05, 2010 3:29 pm | |
| Tabiki benimle gurur duyuyor. Arthur Larry bathory kardeşine tek kez bile bakmadı. Eğer baksaydı, Rosalié onun gözlerinin nasıl kanlandığını, dişlerini nasıl sıktığını görebilirdi. Bunun yerine Arthur karşısında duran aynaya bakmaya devam etti. Chelsea Rosalié Bathory. Ailenin şeker kız candy'si. Babası onunla değil de kiminle gurur duyacaktı? Aziz Crispin Gününde, 18. yüzyıldan kalma Georgian tarzı kıyafetleri giymeyi kabul etmeyen Arthur'u mu? Babasının onu köşeye çekip, nasıl fısıldadığını hiç unutmamıştı. "Sana hiçbir zaman alışamadım." Bir babanın on yaşındaki oğluna sırf istediği kıyafetleri giymiyor diye söylediği ne hoş bir sözcük! Arthur oyunculuk okulunda jürilerin karşısınd ayaptığı gibi birdenbire gülümsedi. "Ben soyadamızı gururla taşıyor ve insanlara öğretiyorum! Bathory'lerin hâlâ var olduğunu ve hâlâ başarılı işlere imza attığını öğretiyorum herkese!" Tanrım, kız kardeşi dersine ne de güzel çalışıyordu. Ona ufak bir bakış attı. On altı yaşındaki ufak bir kız çocuğu sözleriyle onu daha ne kadar zedeleyebilirdi? Bu hiçbir zaman değişmemiştiki. O dışarda arkadaşlarıyla oynamak istediğinde, sırf Rosalié'nin kitap okuma merakı yüzünden binlerce kez yasaklanmıştı. "Unut" dedi içindeki ses ona. " Unut."
Peki sen, sevgili abim, bize gurur verecek neler yaptın? Ha-ha. Güzel soru, Chels. Rosalié'nin masum görünmek için ona doğru diktiği iki göze baktı. Sonra tekrar aynaya. Gülümsedi. Tabi ilk iş olarak öğrendiğimiz ikinci dil olan Fransızca'nın yanına, Japonca'yı da eklemek zorunda kaldım. Neyseki Türk dilleri kadar zor değil. Bir gülücük daha. Lise eğitimimi Yamusen adlı bir lisede aldım. Fakat bu bildiğiniz liselerden değil, kardeşlerim. Tıpkı Almanya'dakiler gibi lise eğitimi yanında meslek eğitimi de veren bir kolej. Ve Tanrı'ya şükürler olsun, buraya babamın parası olmadan bursu kazanarak girdim. Arthur Rosalié'ye dönüp yavaşça koluna dokundu.Tabii, bu da bir bakıma babamın sayesinde. O benim için türlü türlü hocaları evimize göndermeseydi bursu alabilecek kadar engin bilgiye sahip olamazdım. Elini samimiyet gösterisinin bitmesinden sonra Chels'den çekti. Meslek bölümüm ise "yatırımlar" üzerineydi. Burslu olduğum için devamlı çalışmak zorunda kaldım. İki senenin sonunda ön diplomamı 4.9 puanıyla aldım. kırılan 0,1 puanı çekik gözlü adamların ırkçılığına veriyorum. Yatakhanede yediğim dayakları sadece ben biliyorum! Arthur abartılı bir kahkaha atınca kemiklerinin sızladığını hissetti. Ne diyordum? Ah, evet! Okul. Madem ön diplomamı aldım, beni artık orda tutan bir şey olmadığına göre sevgili ailemin yanına döneyim dedim. Ne isabetli bir karar olduğunu şimdi anlıyorum. Arthur bu sefer April'e dönüp hoşça gülümsedi. Staj döneminde yapmış olduğum ilk yatırımım Türk bankalarına yönelik oldu. Japonlar onlar bu büyük krizin atlatılmasında iyi olduklarında düşündükleri için paralarını Türk bankalarına transfer etmeye karar verdiler. Fazla bir birikimim yoktu, babamın ayda bir bana gönderdiği paralarla iyi bir transfer yapamayacağımı biliyordum. Bu nedenle işe iş adamlarının transferleri için iyi bankalarla anlaşmakla başladım. Bu işten ne kadar kar kazandığımı bilemezsiniz! Bu sayede istediğim parayı toplayıp, transferimi Türkiye'de bir bankaya yaptım. Amerika'da krizin etkileri hala geçmedi, kardeşlerim. O nedenle paramı çekmem için daha erken. Ama ne kadar faiz kazandığımı oturduğum yerden izlemek kadar eğlenceli bir şey yok! Arthur neredeyse nefes bile almadan sözlerine devam etti. Sosyal hayatım pek iyi değildi. Şükürler olsunki, ekonomi profösörü sevgili öğretmenim beni oyunculukla ilgili okulumuzun ek binasına yönlendirdi. Bu sayede okulla eş zamanda oyunculuk ve drama diplomamı da aldım. Geriye yaslanıp, yüzünü seyretti. Yanağındaki yara izine bakıp içini çekti.
Ve neden geldim? İşlerin başına geçme zamanı geldi. Yeteri kadar oyalandık. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Paz Eyl. 05, 2010 4:59 pm | |
| Söylediği her başarı gülümsememi genişletmişti. Artık korkmama gerek yoktu! Gerçekten gelişmişti. New York şirketinin başına geçebilecek kadar iyiydi artık. Tek ihtiyacı olan 18 yaşına girmesiydi. Madame Ursula'dan ders almamasına üzüldüğüm geldi aklıma. Artık üzülmüyorudum. Artık ona baktığımda endişe duymuyordum. Gurur duyuyordum! Evet, gurur duyuyordum. Ve babamda duyacaktı. 8 yıl sürmüş olsa bile, gerçek bir erkek olarak çıkmıştı karşımıza! Babama yatırımlarından bahsetmesi ve oyunculk eğitimini de kullanarak biraz asillik göstermesi yetecekti. Babam onunla gurur duyacaktı. Geriye kalan tek şey güvendi. Ve karşımdaki genç adama baktığımda, bunu yapmasının uzun sürmeyeceğine emindim. Sonunda küçükken, çaktırmadan gözlediğim, sürekli izlediğim ve gerçekten sevdiğim abim, Arthur, ailemizde sonsuza dek yerini alacaktı. Ne tepki vereceğini umursamadan sarılıverdim ona birden. Kokusu burnuma doluyordu. Neden olduğunu bilmeden, içgüdüsel olarak yapmıştım bunu. Abime kaç kez sarılmıştım? Hiçbirini hatırlayamıyordum! "Abi." dediğini duydu kendi sesimin, oyunculuktan çok uzak, tamamen gerçek hislerle söylenmiş bir kelimeydi. Duygularımın hepsi yansımıştı sesime. Bir bebeğin söylediği ilk söz kadar değerli. "İyiki buradasın. Abi. Artık korkmuyorum. Seni özledim." ardından kollarımı çekip yüzüne baktım. Gözlerim yaşlanmıştı. Birkaç kez kırpıştırıp "Hep yanımızda kal!" dedim. Babam onu yeniden gönderecek olursa, ki az önce gördüğüm Arthur kesinlikle babamın gurur duyacağı biriydi, buna izin vermeyecektim. Kesinlikle.. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Paz Eyl. 05, 2010 10:53 pm | |
| Arthur'un gülümsemesi birden değişti Abi. Ne olduğunu anlayabilmesi için birkaç dakikanın geçmesi gerekmişti. Sözü iyice kavramaya çalıştı. Ve sonra o söz için aralanan dudakları. Rosalié?! Ona bakıyor ve gerçekten gülümsüyordu. Bu kelimeyi onun ağızından küçümseme içermeden duyalı ne kadar olmuştu? Gözlerini bir anlığına kapattı. Şuan bunu hatırlayacak kadar sabırlı davranamazdı. "İyiki buradasın. Abi. Artık korkmuyorum. Seni özledim." Boynuna dolanan sıcak elleri hissedince şaşkınlığının daha da büyüdüğünü hissetti. Gözlerini sıkıca kapatıp, sadece bu anın keyfini çıkardı. Onun kokusunu içine çekerken, Rosalié'nin ne çok "annesi" gibi koktuğunu farketti. Özlemişti. Buraya gelirken aklına getirdiği en son duygu özlemdi. Ama şimdi ne kadar çok özlediğini farkediyordu. Özlemeyi... özlenmeyi. Sevilmeyi...
Artık korkmuyorum. Kız kardeşi ondan korkmuştu. Nasıl bir adamdan kız kardeşi korkabilirdiki? Nasıl öylesine berbat bir herif olmayı becermişti? İçini çekip, Rosalié ondan ayrılmadan önce kulağına fısıldadı. Değiştim. Yemin ederim değiştim, Rosalié. Kendi sesinin yalvaracak gibi çıkması onu şaşırtmıştı. Korkma, eskisi gibi değilim artık.
Geri çekilip, iki kız kardeşine de içinde beslediği tüm samimiyeti gösterircesine gülümsedi. Artık geçmişi düşünmek istemiyordu. Buradaydı... Bathory'ler yine birlikteydi... Arthur mutluydu. Mutluluk... Yüzündeki şapşal ifadeyi silip tekrar gülümsedi. Akşam kaldığımız yerden devam ederiz, kızlar. Ama şimdi Alessandra'yı görmem lazım. Bu arada... diğer uçuk Bathory kızına da geldiğimi haber verin. Hoşçakalın! Arthur derin bir nefes alarak, başıyla ikisini de selamlayıp kafeden ayrıldı. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Ptsi Eyl. 06, 2010 1:39 pm | |
| Değiştim. Yemin ederim değiştim, Rosalié. Gülümsedim. Korkma, eskisi gibi değilim artık. Akşam kaldığımız yerden devam ederiz, kızlar. Ama şimdi Alessandra'yı görmem lazım. Bu arada... diğer uçuk Bathory kızına da geldiğimi haber verin. Hoşçakalın! Uçuk Bathory kızı. Evet, Alexisten bahsediyordu. Alessandra? Onun değişimini ne zaman öğrenmişti? Neden Meg dememişti ona? Bunun bir önemi yoktu, onu görmeye gideceklerdi. Yeniden en yakın arkadaşım ve abim birlikte olacaklardı. Tıpkı eski günlerdek gibi. Babamın eskiden Arthur'da onayladığı tek şeyde bu aşk değil miydi zaten? Gülümsedim. Ardından ilk cümlesini düşündüm tekrar. Değişmişti. Öyle mutlu olmuştum ki buna. Korkma demişti bana. Eskisi gibi değilim artık. Korkmayacaktım. O kapıdan çıkarken bunu düşünüyordum. Yüzümde gittikçe solmaya başlayan gülümsememle birlikte. Birdenbire ayağa fırlayıp ablama döndüm. "Evet. Evet. Ondan korktuğumu sandı. Evet. Evet öyle sandı!" Bir ileri bir geri yürüyordum, ayaklarıma söz geçiremiyordum ki! Gerçekten de korktuğumun kendisi olduğunu mu sanmıştı? Ondan neden korkayım ki! Babamdan korkuyordum asıl. Onu yeniden göndermesinden korkuyordum. Bunu anlamam için gereken zamanda çoktan çıkmıştı. Telefonumu çıkarıp mesaj çekmeyi denedim. Çantamı deli gibi karıştırıyordum. Sonunda telefonu bulduğumda rasgele basmaya başladım. Ellerim öyle çok titriyordu ki!. Yazamayacağımı uzun süre fark edemedim, telefonun ekranına dokunmaya devam ettim. Neleri değiştirmiş yada neler eklemiş olabileceğimi bilmiyordum. Telefonu yeniden çantaya attım, yazamıyordum. Yenidenbir ileri bir geri yürümeye başladım. "İnanabiliyor musun? Ondan, 'ondan', korktuğumu sandı!" |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Salı Eyl. 07, 2010 7:01 pm | |
| Şevki buruk bakışları, iki kardeşi arasında mekik dokuyordu. Önce duyuları çılgın bir Rosé'un anlamsız sesleriyle devindi. Hezeyana kapılmış sözler sarf eden dudaklarına kilitledi gözlerini. O biçimli sevgiyi inkara kalkışmaktaki cümleler havada uçuştu. Müthiş güçlerce yönetilen bir ordunun bombardımana tuttuğu aciz bir ülkeydi o, silah olarak kullanılan laf salatalarından yüzlerce saçma çıkıyor ve dört bir yanı zedeliyordu. Sükunete hapis kasvetli bir iç çekiş göğsünü sızlattı. Havada dönüp duran tonlarca anlamsız sözün yükü sırtına binmişti muhtemelen ondandı bu melül hali. Çok sevgili Larry'si ve yegane Rosalié'sinin konuşmaları benliğini çepeçevre sararken, kendi tarafına bakan bir garsonu yanına çağırdı. Bir caramel macchiato ile ongunluğa erişebileceğinden asılsız bir ümit duyarak arzusunu belirtti. Henüz siparişi gelmemişti ki uzaklardan bir değişim kokusunun esintisi burnunu gıdıklar gibi oldu. Ferah bir soluklanışın geldiğini sezmiş gibi kendiliğinden kardeşlerine çevrildi kafası. Oksijenin doldurduğu ciğerler, bazı okşayıcı sözleri bir surete bağlamak için havadan feragat ettiler ve dudaklara değin ulaşarak öbekler halinde çıktılar oradan. İki kardeşin kudretli kucaklaşmaları tam bu sırada oldu işte. Gurur hakkında bir tartışma şeklindeki sohbetleri, kıvançla son bulmak için başlamıştı sanki. İlk önce keder taşıyan Rosé tınısı sevgiyle dolarak konuşmuştu az önce. Abi, özlemek ve buna benzer sevimli şeyler duyduğundan emindi. Winnie the pooh ve piglet'in tatlı sarılışına kaçan gösteri Aph'in sırıtmasına neden olmuştu. Ailevi ilişkilerin yeniden rayına oturması midesini okşuyordu. Tam bu sırada masaya gelen macchiato'sundan ağız dolusu bir yudum alarak keyif basamaklarında bir hayli yukarılara tırmanmış oldu. Birkaç yudum daha alarak midesinde bayram havası estirecek, daha sonra da konuşmaya başlayacaktı. Fakat birdenbire ayaklanan Larry önce davranmış bulundu. Vedalaşma sözlerinden bir tabak uzattı önlerine ve *boom* terk etti onları. Tıpkı yıllar öncenin elvedası gibi, kısaca. Ama hüzünlü değil bu sefer çünkü Larry geri gelecek. Bu sefer dönüşünün ne kadar süreceğini planlamak zorunda kalan bir abla olmayacak ortada. Üzülen fertler dolmuş bir aile bırakmayacak geride bu genç adam. Mutsuzluklarla dolu fırça darbelerinin işlediği portreler kazınmayacak belleklerine. April, beynine üşüşmekteki çirkin hayallere bir el hareketiyle son vermeye istedi. Biliyordu ki téstvér artık buradaydı, yanlarında. Şükranla gülümsedi, eli hızla tıklayan kalbine doğru yarım bir hamle yapmış durumda kaldı. Fakat bu sefer de masadan Rosé fırladı. Harika, yeni bir aile geleneği edindik anlaşılan! April'da şimdi dinginlik ne gezer. Terli bir heyecan içinde kendisi de ayağa fırladı. Anlamsız yaklaşımıyla çantayı karıştırıyor, çıkardığı telefonu yokluyor, tuşlara basıp bırakıyor ve yeniden deniyordu. Havada çınlayan genç kızın sesi Rosé'un bir kulağından giremiyordu ki daha diğerinden çıkabilsin. Sonunda telefon yeniden yuvasına sokuşturulunca abla olaya el attı. Kardeşini kolunu nazik ve şefkatli bir tavırla kavradı, yerine yeniden oturtmaya çalıştı. Bir kez daha karşılıklı oturduklarında nefesleri normale dönünceye dek bekleyen Aph, ani bir atılımla konuşmaya başladı.
"Sakin ol, tatlı meleğim benim. Dediklerinden öyle bir anlam çıkarmış olsa da Larry'nin bunu dert edeceğini sanmam. Eski şapşallığında eser yok. yeniden öyle olacağından korktuğunu sanmıştır. Tek bir mesaj yeter. Açıklarsın. Kimi kast ettiğini söylersin ki fark etmesi uzun sürmez. Kim babam dururken gidip de zararsız bir 'Larry'den korkar ki?" Kız kardeşinin fazla düşünceli olduğunu ve ne ona ne denirse densin, söylemek istediği, Larry'nin belleğinde yerini alana kadar rahat edemeyeceğini biliyordu. Kendi gözleri de minik bir ezincin kırıntılarını görmüş sayılırdı téstvér'in çehresinde. Fakat netliği anlaşılamamış sözler olarak algılamış olması normaldi Rosé ile arasında geçenleri. Bir kızın ince zekası ve engin görüş açısına sahip değildi ne de olsa. Larry şimdi bambaşka ve babaları tarafından değer verilebilecek bir tıynetteydi ya gerisinde kalanlar fazla gerginlik yaratamazdı. İflah olmaz endişe kutusunu yumuşatma dileğiyle kız kardeşinin elini okşadı, gülümsemesi genişledi. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Çarş. Eyl. 08, 2010 12:23 am | |
| April beni bir şekilde oturtmayı başarıp konuşmaya başladı. "Sakin ol, tatlı meleğim benim. Dediklerinden öyle bir anlam çıkarmış olsa da Larry'nin bunu dert edeceğini sanmam. Eski şapşallığında eser yok. Yeniden öyle olacağından korktuğunu sanmıştır. Tek bir mesaj yeter. Açıklarsın. Kimi kast ettiğini söylersin ki fark etmesi uzun sürmez. Kim babam dururken gidip de zararsız bir 'Larry'den korkar ki?" Kelimeler beynimde yankılanıyor, tekrar tekrar dile geliyorlardı. Derin bri nefes alıp tek tek düşüdüm. April beni sakinleştirmeye uğraşıyordu. Arthur bunu dert etmez miydi? Ama söyleyişinden hiç öyle anlaşılmıyordu! Eski şapşallığından eser yok. Doğru. En azından gördüğümüz şu kısacık zaman diliminde 'şapşallık' olarak niteleyebileceğim pek fazla bir şey yapmamıştı eskisine nazaran. Yeniden öyle olacağından korktuğunu sanmıştır. Ama ben bundan da korkmuştum! Korkuyorudum. İnsan 7sinde neyse 77sinde de odur derler. Değişmiş olduğuna tamamen inanmayı öyle çok istiyordum ki, kelimelerle sınırlayamazdım, anlatamazdım. Tek bir mesaj yeter. Umarım! Tek bir mesajın yetmesini öyle çok istyiyordum ki. Bundan sonra ne olacaktı peki? Abiliğini hiç yapma fırsatı bulamamış bir abiyle neler yapılabilirdi? Bu yaştan sonra nasıl abi olabilecekti? Artık bir abiye ihtiyacım var mıydı? O kadar çok soru vardı ki! Derin yoga nefesleri alarak sakinleşmeye çalıştım. Hâlâ ayağa kalkıp hareket etme arzusuyla dolup taşıyor oluşum hoşuma gitmiyordu. Çantamdan bir tane Xanax ve su çıkarıp hapı yuttum. Belki az sonra sızardım. Yada uyuşukluk hissi bütün bedenimi saracaktı, sızmak kadar rahatsız edici. Zayıf düşeceğim gerçeği moralimi bozuyordu, bu yüzden bu haplardan nefret ediyordum. Görüşümün bulanıklaşmaya başlayacağı o kilit anı beklemek işkenceden de beterdi. Bünyemin alışmış olması da mümkündü. İlk sinema filmimden beri düzenli olarak almak zorunda kalıyordum zaten bu hapları. Başka türlü akli dengem bu kadar yerinde olmazdı sanırım, gerçi şuan da pek yerinde hissetmiyordum ya. Neyse. Gözlerimi tek bir noktaya diktim. Ablamın masmavi gözlerinin içine bakıyordum, tıpkı benim gözleirm gibi.. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Çarş. Eyl. 08, 2010 1:46 pm | |
| Bardağın ağzını var gücüyle kaplayan köpükler, leziz karamel sosunun ihtişamlı egemenliği altında tüm iktidarı yitiriyor ve yer yer çöküntülere maruz kalıyordu. Larry'nin ayrılışından beri ağzında hapsedip midesine yolladığı yudumlarca kahve damlasının ardından köpükler de süratle yok olmaya yüz tutmuştu. Beyazlıktan eser kalmamış kahvesini yokladı gözleri. Daha önceden burada varlıklarını bir şekle bağlamış yüzlerce baloncuk şimdi yerini hiçliğe bırakmıştı, tıpkı hayatındaki şu anın ona bahşettiklerinin eski güzelliklerin tahtına kurulması gibi. Yabana atılabilir sülerle donanmamıştı elbette yaşamı, fakat öncele ait kimi anılar aklını çeliyor, şuuruna etkiyip duruyordu. Başka zamanlardan gelip zihninin orta yerinde patlamalara yol açan resimlerden kurtulmak için kafasını elleri arasına aldı. Derinlerden bir nefes çekti ve kendinin aksine soluklanışını daha sesli yaşayan kız kardeşini gözlemeye başladı. Elini daldırdığı çantadan çıkma bir kutudan kaptığı hapı diline yerleştirip, ağız dolusu su arasında mideye gönderişini seyretti. Kutu yeniden geldiği deliğe yollanmadan önce dudaklarını kıpırdatarak kısacık yazıyı okudu. Xanax. Tüm bunlardan az çok bunalmış bir halde gözlerini aşağı indirdi, novér'in görüşüne takılabilecek bir göz devirmesini son anda başarıyla başka bir ifadeye çevirmeyi akıl edebilmişti hiç yoktan. Aslında her şeyin kendi kafasına atılma bir tohumdan bu hale değin ulaştığını anlasa, şu lüzumsuz haplardan ve yakınmalardan vazgeçer miydi biricik Rosé? Kendi cismiyle oynadığı bir zedeleme oyunundan ibaretti ancak bu. Lafa nereden başlayacağını bilemeyen bir eda ile ağzını açtı. Cümleler tam anlamıyla bir birleşme noktasına doğru manevra yapamadığı için gerisin geri kapandı dudakları. Kendininkilere dikilen gözlere bakmakla iktifa etti bir süre boyunca. Tıpkı aynadaki yansımasından bulup çıkardığı maviliklere odaklanmak gibiydi bu. Terk fark daha gevşek ve boş ifadelerin işlediği bakışların mukabelenin maliki olmasıydı. Yansıdığı hiçbir zeminde mavi ışıltılarla işli gözlerinin bu donukluğa tutulduğunu görmemişti. Şimdiden etkisini göstermeye başlamış ilaca küfretme ihtiyacıyla dolup taşarak kelimelerini toparladı.
"Novér, biricik eşsiz novér, yapma bunu kendine. İhtiyacın yok bu takıntı malzemelerine. Seni şimdilik uyuşturan bu ilaç, ayıldığın zaman neleri getirecek sana? En baştan tüm ağırlığıyla çökmesin her şey. Bırak bir şeyleri hazmederek atlat. Ne dersin? Sana... sana tüm varlığımla yardım ederim. Yeter ki istediğini bileyim. Ablan senin tek sözünle dünyayı ayağa kaldırır ve sen aksini isteyene kadar da kimseyi dinlemez bebeğim." Yüzünü kaplayan belki de bir milyon saklı gülümseme aynı vücutta toplanarak yalnızca tek bir tebessüm halinde tezahür ediyordu. Aph zarif bir uzanışla kardeşinin ellerini sardı, ardından yanına giderek kollarını ona doladı. Misk ü amber suretinde devinimlerle dalgalanan kokuyu ciğerlerinde topladı ve bir süre, hiçbir zerreyi kaybetmeden tadını alabilmek için nefesle her türlü alışverişini kesti. Kraliçe arı imkansız bir harekete kalkışarak kovan dışına çıksa, mükemmelliyetçiliğiyle seçilmiş nadide çiçeklerden yapılma bir esans kabul edilirdi, şu an genzini okşayan rayiha. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Çarş. Eyl. 08, 2010 2:59 pm | |
| Harika. "Novér, biricik eşsiz novér, yapma bunu kendine. İhtiyacın yok bu takıntı malzemelerine. Seni şimdilik uyuşturan bu ilaç, ayıldığın zaman neleri getirecek sana? En baştan tüm ağırlığıyla çökmesin her şey. Bırak bir şeyleri hazmederek atlat. Ne dersin? Sana... sana tüm varlığımla yardım ederim. Yeter ki istediğini bileyim. Ablan senin tek sözünle dünyayı ayağa kaldırır ve sen aksini isteyene kadar da kimseyi dinlemez bebeğim." Kelimeler bu kez gerçekten de duyulamayacak kadar kısık ve anlaşılamayacak kadar karmaşık gelmişti bana. Adımın Macarcasını yine de seçebilmiştim. Cümleye böyle mi başlamıştı? Yada böyle bitirmişti. Emin değildim. Seçebildiğim 2 kelimeden biri olduğu için memenundum yinede. Güzel bir kelimeydi benim için, onun dudaklarından dökülüşü ise ayrı bir güzellik katıyordu bu sözcüğe. Bazen çok güzel kelimeleri tükürürcesine söyler aptal insanlar. Ama o bu kelimeyi hakkıyla söylüyordu, kulaklarımı bir meleğin dudaklarından dökülmüşcesine okşuyordu.. 2. kelime ise 'yardım'dı. Gözlerim ben bu kelimeyi hazmederken irileşmiş olmalıydı, yardıma muhtaç görünüyor oluşum gerçeği sinirlerimi alt üst etmişti. Hayatımın hiçbir döneminde, asla, yardıma muhtaç olmamıştım. Küçücük bir kız çocuğu iken bile kendi ayaklarımın üzerinde durabilecek kadar güçlü ve her işimi kendim halledebilecek kadar zekiydim. Beynimdeki o 'gerçek ama acı' konuşan ses bana Şu an bir aptal gibi görünüyorsun. Aptal. Aptal! diyordu. O sesten nefret ettiğimi biliyordum. Çenesini açmaması gerektiğini söyledim defalarca ama nafile, hayatı boyunca ağzında bantla yaşamışcasına konuşuyordu, yılların acısını çıkarır gibi. Ama hiç yatatıcı değildi sözleri, hep aynı. Evirip çevirip hakarete getiriyordu konuyu. Doğru olduğuna inanırsam kaybederim diye düşündüm. O hapı almamalıydım. April Xanax'dan daha etkiliydi bana, ama bunu düşünemeyecek kadar deli ve hızlıydım o sırada. Elimden hiçbir şey gelmiyordu şimdi, öyle rahatsız ediciydi ki bu! Başımı boynumun üzerine tutmak için inanılmaz bir kuvvet sarf ediyordum. Ve elbette aklımı da başımda tutmak için. Ama en sonunda aklımı başımda tutmayı da, başımı boynumun üzerinde tutmayı de başaramayarak olduğum yere yığıldım. April'in şefkatli ve anaç kollarında olduğumu hissediyordum. Bu ilacın etkisinin fazla uzun olmadığı zihnimin bir yerlerindeydi. Emin olmamakla beraber hâlâ düşünebilecek kadar ayıktım. Kapanmış olan gözlerimi açma çabasına giriştim bu kez. Göz kapaklarımla verdiğim savaşı kazandığımda April'in endişeli yüzüne açmış oldum gözlerimi. Gülümseyebilecek kadar hissedemediğim yüzüm mimikten yoksun haldeydi. Gözlerimde minnet duygusunun olması için çabalıyordum. 2 saniye kalıp silinse bile ona teşekkür ettiğimi anlamasını istiyordum. Nefret ettiğim zayıflığımı görebilen tek insandı. Saf sevgi ve ilgiyi bana bahşeden tek insandı o.. |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Perş. Eyl. 09, 2010 5:35 pm | |
| Henüz sahip olmadığı bebeğin, geleceği vakitten erken bir saatte onu ziyaret etmesini andırıyordu, kolarına alınca yumuşaklığı ve ılıklığını yeniden duyumsadığı genç beden. Yuvasına yerleşmiş bir merminin ezelden beridir konduğu yerle olan uyumu yaşamın oynanan şu perdesiyle birebirdi sanki. Dallar üzerine gelişigüzel yayılmış yavruları sarsılmaz bir içgüdüyle besleyen anne kuşun, her kanat çırpışında yüz kereler çarpan minnacık kalbinde yatan engin aşkın eşdeğeriydi bu sahne. April kollarının sevecenlikle dolandığı kardeşine candan şefkatiyle bakıyordu. Gözlerinin ardındaki baki sevgiyi tüm tonlardan gösteren birer cam olduklarına inanmak ne de kolaydı, onu bu halete sarılı görenler için. Rosé'u, onun somut bir gerçeklikle kalbinin yakınlarında olduğunu ayrımsamak adına, sıkıca sardı ve hemen bıraktı. Henüz kemikleri yapım aşamasında olan bir küçüğe verebileceği zaruriyetin fahiş bedelinden ürkere benziyordu. Müşfik hatların pürüzsüz yollar yaratarak çehresinde gezindiği anne görünümlü April kısık sesle konuştu. Gözlerini açıp kapayan kardeşinin halinden çekiniyor, birkaç dakikaya kalmaz bayıldığı vakit ne yapacağını düşünüyordu kara kara. Bir ihtimal derinlere ulaşıp belli bir amaç uğrunda hazmedilebilirdi sözleri. Sesinin tınısı, müthiş kederi kapamaya çalışan yorgun bir örtüyle kaplıydı.
"Rosé, eğer sana zarar verebilecek şeylerden, göz göre göre seni koruyamadıysam beni affet. Seni öyle çok seviyorum ki. Bu sevgide boğulup kör olmadığımı iddia edersem, bu aptallık olur." |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Perş. Eyl. 09, 2010 8:57 pm | |
| İlacın etkisiyle üzerime çöken uyku göz kapaklarımla verdiğim savaşta beni bir hayli zorluyordu. April'a odaklanma girişimlerim sonuçsuzdu. Beni koruyamadığını ve sevdiğini söylediğini bir fısıltı gibi duyabilmiştim, sonrası benim için sessiz bir sinemaydı. Dudaklarını da göremiyordum artık. Yaklaşık 5 dakikanın ardından ablamın güvenli kollarında bilinçsizliğe bırakmıştım ruhumu. Ölüm kadar soğuk ve acılı değildi, uyuyordum yanlızca. Ama yine de dünyaya gözlerini kapamak gibi geliyordu bana. Öyle de yapmıştım. İlacı alırken sonuçlarını hiç düşünmediğim için pişmandım. Neyse ki fazla uzun süre uyutmazdı sadece 1 tanesi. Bulanık, hareketli nesnelerin gözümün önünde uyuşması kadar rahatsız edici de değildi uyku. Tatlıydı. Gözlerimin önünde mavi bulutlar dolaşıyor, bembeyaz gökyüzünü aydınlatan güneşi çevreliyorlardı. Gülümseyen, insan yavrusu yüzlerine sahip minik kuşlar bulutların içinden geçiyor, beyaz pamukla kaplanıyorlardı. Kulaklarıma minik bebek ve çocukların şen kahkahalarının sesi geliyordu her yerden. Gülümsemeye çalıştığımda sahne karardı. Yerini simsiyah bir gece ve pasparlak dolunaya bırakmıştı. Gülümseyemedim. Yanaklarımı,dudaklarımı dahası hiçbir yerimi hissedemiyordum ki gülümseyeyim! Bulutların üzerine yakınlaştı görüntü, çocuk yüzlü kuşlar, uyuyorlardı. Tıpkı benim gibi. Kuşlara daha dikkatli baktığımda görebildim ancak, yüzlerinin benim yüzlerim olduğunu. Bir tanesi bebekliğimdi. Bembeyaz teninin üzerinde henüz oluşmamış yüz hatlarıyla bir meleğe benzeyen bebek ben. Bir diğeri ise biraz daha büyümüş halimdi. 5 ya da en fazla 6 yaşındaki Rosalié. Dudakları daha irileşmiş, elmacık kemikleri daha da belirginleşmişti. Hepsinin yüzlerine dolunayın parlak ışığı vuruyordu. O halleriyle kuş bedenindeki meleklerden farkı yoktu hiçbirinin. Rosalié. Babamın sevgi dolu sesi kulaklarımda çınlamıştı. Ardından kendi çocuk sesim Baba! diye çınlamıştı. Bir kilise çanını andırıyordu sesim. Sahne değişipde Macaristan'daki büyük şato gözlerimin önüne geldiğinde ağlayacağımı hissettim. Fakat yanaklarımı hissedemiyordum. Bu yüzden göz yaşlarımla ıslanıp ıslanmadıklarından da habersizdim. Saçlarımı okşayan babam Rosalié bu inanılmaz. diyordu. Elinde yazmış olduğum bir şiir vardı, çok özenmiştim ona. 13 yaşındaki bir kızın yazamayacağı nitelikte bir şiirdi. Yanaklarımdan öpüp şiiri uzun süre övmüştü Demetri. Ben ise yüzümdeki kocaman gülümsemeyle teşekkür edip durmuştum. Her zaman beğenilmeyi,taktir edilmeyi kendime amaç edinmiş olduğumdan, babamın beğenisi gururumu fazlasıyla okşamıştı. 13 yaşında bir kızın sahip olamayacağı olgunluktaki bir sesin "Anne!" dediğini duydum. Karşımda uzun sarı saçları ve masmavi gözleriyle bir melek belirdiği saniyede olmuştu bu. Ellerinde minicik bir bebek tutuyordu. Kocaman masmavi gözleri ve yuvarlak yüzüyle bembeyaz bir melekti oda. Tıpkı kadın gibi. Ardından sarışın olan melek, tam bir meleğe yakışacak sesi ile, Rosalié. Güzel bebeğime Rosalié diyeceğim. diye fısıldamıştı minik meleğin kulağına. O bebeğin kim olduğunu anladım böylelikle. Bendim! Ve o kadın. Yeniden kendi sesim, 17 yaşındaki sesim, "Juliet!" dedi. Çok derinlerden geliyordu bu ses, kaynağını bir türlü anlayamıyordum. Ardından kadın minik bebeği, kuvvetli ve sağlam 2 kola bırakarak arkasını döndü, ve gitti. Gitti! "Hayır!Anne! Gitme! Juliet, hayır!" Ama sesimi duyan sadece bendim.. Gözlerim yeniden açıldığında yarım saat geçmiş olmalıydı. Belki de 1? Hâlâ aynı yerde olduğumu gördüğümde o kadar çok şaşırdım ki. April hâlâ yanımdaydı. Sonunda yanaklarımı hissedebiliyordum. Bunu ablama gülümseyerek kutladım. İçten bir gülümsemeydi. İlaç işe yaramıştı, sakindim. Arhur'la konuşmanın bir yolunu bulacaktım, hiçbir şey imkansız değildi benim için. Çantamdan cüzdanımı çıkardım doğrulur doğrulmaz. İçindeki resme dikkatlice baktım. O sarı saçlar ve mavi gözlere. O melek yüze. Sesi yeniden zihnimde yankılandı, Rosalié. Güzel bebeğime Rosalié diyeceğim. Gülümseyerek resmi tam kalbimin üzerine bastırdım. Ardından defalarca öptüm. En son olarak tam gözlerimin karşısına aldım onu. Ve "Anne." diye fısıldadım. Özlem dolu bir sesti, sevgi dolu.. Ardından resmi elimden bırakmadan April'a döndüm. "Teşekkür ederim." ve gözlerimden damlayan 2 damla yaşla birlikte ablama sarıldım. "Burada kaldığın için. Bana destek olduğun için. Her zaman yanımda oluşun için. Her şey ama her şey için! Teşekkür ederim." |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Paz Eyl. 12, 2010 10:39 pm | |
| Yüce bir güç tarafından her an yeni bir diyar oluşumuna gebe bırakılan evrende, trilyonlarca yıl önce mevcut olan ölgünlük, olanca haşmetiyle körpe bir kızın bedenine hücumdaydı. O taze vücutta, on dokuz yıl kadardır alıkoyulan fıkır fıkır bir ruh helecan geçiriyordu. Yoğunlaşmaya doğru savrulan bir cendere silsilesinin var olan her kademesini delimsek çırpınışlarla atlatıyordu. Sesini duyurmaya üşenen hiçliğin kulaklarda yarattığı dehşetli bir gümbürtü haliydi bu. Harf cümbüşünden ilahi bir cımbızla seçilenlerin April lakabını oluşturacak şekilde bir araya gelmesi ve o gencin şimdi yaşantının ürkünç kasvetine boğuluşuydu. Ömür boyu duyumsanacak en riyakar acılardan sayılırdı şu an gömülü kaldığı. İçindeki maymun iştahlı biri tarafından bir sepet dolusu benzetme de tüketildiği vakit, April, sımsıkı maskelenmiş görüş pencerelerinin tozunu alıp perdelerini kaldırarak açtı gözlerini. Zihninden onlarca durum geçmişti, şimdi içinde bulunduğuna benzer şekilde. Şizofren kimliğe sahip parçalardan her birinin duygularını tatmışçasına çirkin bir lezzet yakıyordu damağını. Aklına, canla başla koşan küçük bir ceylanın peşindeki aslanlar kadar iddialı şekide takılan düşünceleri, saf aydınlıktan yapılma bir örtüyle saklamak istedi. Fakat kolları arasında, bir insan bedeninin ceset suretine bürünmekle yaşamanın son dakikalarını hazmetmek arasında kalmış halete çalan kardeşi dururken, bedbahtlık sürülmüş senaryoların çetinliğiyle fazlaca savaşamadı. Aşığa koşan sevgili nasıl olup da kurulan her tuzaktan mecnun zihniyetle kaçıp kurtuluyorsa, çirkin fikriyat seli de doğruca ona ulaşmakta zorluk çekmiyordu. 'Kardeşin bitap düştü, sonunda ne olacağı belli. Ölümün, haykırmaya aman vermez sinsiliği kapanmış göz kapaklarında tutam tutam. Anneni de böyle ansızın almadılar mı elinden.' gibisinden birtakım laf ebelikleriyle oyalıyordu özünü. Fakat bir ara duyduğu yanılsamalasına kapıldığı tıslamayı yeniden duyunca sevinç ve irkilme arasında şaşalayarak gözleri irileşti. Bu sefer ciddi olarak işitmişti değil mi? İçinden seçebildiği anne, Demetri gibi kelimeler, bunların kafasından fırlama bir hayalin ürünü olmadığını kanıtlar nitelikte değil miydi? Ne yazık ki bunun sevinilesi yanına çok takılamadı Aph. Kız kardeşi acıklı tınıya kapılmış sesiyle, fısıltıya dönüşen kelimelere boğuluyor, sayıklıyordu. Gözlerini hızlı hızlı kırpıştıran abla ne yapabileceğini, tüm beyin kaslarına ulaşmaya çalışarak düşünmeye odaklıydı. Yine de yeterli konsantrayonu yakalayamadığı için beceriksizliğin ve yorgunluğun verdiği biçare vaziyete kapılıyordu. Rosé'a elzem olan yardımın çıkışına, pek çok hüsran kumaşı yüzlerce top haline gelip tıkanmaktaydı anlaşılan. Seğiren sağ kaşını hiddetle ovuşturdu ve var gücüyle silkelenerek kendine gelmek arzusunun ateşinde cızırdadı. Başına kenetli parmaklar, pürüzsüz alnın ilerisinde başlayan saç diplerine kayıyor ve geçtiği yerlerde yol yol kızarıklıklar bırakıyordu. Kardeşinin ağzında tekerrür haline gelmiş sözcüklerin arasında yenilerini seçene kadar bir süre daha geçti. Bu sefer diplerde kalan bir alışkanlıktan hareketle değil de, gam dolu inlemelere varacak görünen içli çağrılarla faaliyete geçiyordu, melek yüze konmuş biçimli dudaklar. Juliet için boş yere sarf edilen ünlemlerden ibaretti bunlar. Kendi annesi karşı duyduğu feci bir kırgınlık hissiyatıyla soluksuz kalmış olan Aph, eski tatlılıktaki anıların belleğinin en güçlü katmanlarından çıkmasına izin vermemeliydi. Gözdesi olan April ile olan derin, duygusal ilişkileri, sevgi bağının hatlarındaki siniri anında yumuşatması... Anılara bir dur demek istercesine başını iki yana salladı. Aklında kendi annesinin silüeti bir görünüyor bir kayıplara karışıyordu. Başka bir meşguliyet bulma umuduyla kardeşinin yüzüne dikti bakışlarını. Bir anda mükemmel tabirinin en çok yakışacağı gözler, peri ülkesinden düşerek novér'in bedenini tutturmuş çehrenin üzerinde hızla kıpırdandı. Ümit ışığının, karanlıkla sözleşmiş pek çok tüneli aydınlattığı hissine erdi Arpil. Kardeşinin yüzündeki kaslar yeniden bir çarpıntı geçirdi. Göz kapaklarının ardında bir kuş kanat çırpıyor, dudakların kızıllığında kontrolünü kaybetmiş bir anka kuşunun kısık çığlığı işitiliyordu sanki. Birkaç tekerrür geçiren ritüel, minik tohumlar olarak inerken büyüyüp fındık olgunluğuna erişen nur damlalarıyla kesildi. Yumulmuş nazarlar bulutlanmış, yağmur taneleri titrekçe inişe geçmişti. Gayriihtiyari kasılmış bir elin ileri doğru uzanarak, süt benizde yuvarlanan yaşları temizlediğini fark etti April. Dikkatle inceleme yapabilecek kıvama gelince zihni, bunların kendinden çıkmış parmaklar olduğu gerçekliğine erişti. Alabileceği kapasiteyi doldurmuş, şükran dolu bir iç çekişle tıkırdadı göğsü. Islaklığı henüz atılmış Rosé'un yüzünde bir duruluk peyda oluverdi. Gözler ürkeklik ve cesaret arasında gidip gelerek açıldı, narin eller çantada bir şeyler arandı ve ortaya çıkardığı cüzdandaki bir resmi çekip çıkardı. April'ın resme dikkatle bakmasına lüzum yoktu, onun resminin orada yer aldığını bilmese dahi kardeşinin yüzündeki ifadeden yine kim olduğunu tanırdı muhtemelen. Sevgiyle büzülen dudakların resme yaklaştığını göz ucuyla görebildi. Rosé, kendisinin aksine hiçbir ego kırıntısına yer vermediği aşkıyla hala bağlıydı annesine. Anne. Hah, bu kelime şimdi gözüne çok da havalı yada şeker görünmüyordu Hele duygusallıktan fersah fersah uzaktaydı -ya da yalnızca kendiyle oynadığı öfke oyununda koyduğu kurallara uymaya çalıştığı için böyleydi. Fısıltı halinde yayılan kelimeyi duyduğu zaman, bunu seslice dile getirmiş olabileceği dank etti kafasına. Yaptığı hareketin egosunu yaralayacağını bildiğinden ürkerek kafasını kaldırdığında, fotoğrafla bütünleşmişe benzeyen Rosé'un dudakları henüz kapanıyordu. Uzun zamandan beri o kelimeye kapalı kalmış dudakları bu kadar kolaylıkla "anne" çağrışında bulunamazdı ki zaten, elbette yanlışlıkla ağzından kaçırmış değildi. Karşısındaki kız tarafından ortaya atılan bir "Anne" sözcüğüydü işittiği. Belli belirsiz gözlerini devirdi. İçinde büyüyen duygu yoğunluğunu görmezden gelmek sandığı kadar kolay değildi ya uğraşıyordu işte. Derken bilinmezden gelen iki damla açığa çıktı novér'in buğulu bakışları altından. April'ın gevşemiş reflekslerinin buyruğu altına giremeyen bu yaşlar hızla kayıp geçtiler berrak zeminden. Pek çok nedenden ötürü teşekkürlerini sıralayan biçimli dudaklara takıldı Aph'in görüşü. Destek olmuştu, evet; o kardeşine, sözüm ona annelik içgüdüsüyle dolu olması gereken bir kadından fazla yardımcı olmuştu belki de. Yani Juliet'ten. Sevgisinin ilanını daha rahat ve yaratıcı biçimde yapabilmişti kendisi. Oysa ona karşı da ölçülü bir öfke ve kırgınlık duyduğu Roséun annesi hiçbir fedakarlıkda bulunmamıştı. Hem kendininkine hem Rosé'un annesine içli bir sevgisizlik duyuyordu. Terk edilen çocuklar olmak kolay iş değildi. Düşüncelerini yarım bırakan yakıcı bir soluk aldığı zaman durağanlaştı ifadesi. Genzinde sıkı bir mücadeleye girişmiş hıçkırıklarını özgür bırakmakta buldu çareyi ve hızla kardeşinin boynuna sarıldı. Yaşlar ıslaklığını çekip gerisinde tuzlu nemini bırakırken bile kuru hıçkırıkları tamamıyla serbest kalmış değildi henüz.
"Asıl ben teşekkür etmeliyim Rosé. O baygınlık döneminden beni çekip kurtarmasan şimdi ne kadar düşmüş olurdum..." Geçmiş yeniden belleğinin ince telli kıvrımlarından dışarı boncuk boncuk akmaya başladı. İçinde kıvrılıp kaldığı bunalım devrinden küçük bir kardeşin istikrarlı çabaları sonucu çıkabilmişti. Bu sırada annesi ise uzaklaşmakla meşguldü değil mi, yok olup geride pespaye anılar bırakmak için çalışmalara gömülmüş durumdaydı hatta? Fısıltı haline gelirken hafifçe çatlamaya uğrayan sesiyle bir şey mırıldandı. Sanki hala hazmedemediği şeyleri gün ışığına, buharlaşıp yok olması için çıkarmış, verdiği ağırlığın ezikliğinden bitap düşmüştü. "O'nun aksine, değer verdiğim insanlar için kendimden feragat edebilirim ben."
En son April Roxane Bathory tarafından Salı Eyl. 14, 2010 10:05 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi |
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Salı Eyl. 14, 2010 1:12 am | |
| "Asıl ben teşekkür etmeliyim Rosé. O baygınlık döneminden beni çekip kurtarmasan şimdi ne kadar düşmüş olurdum..." O zamanları hatırlamak istemiyordum. Kötü olan hiçbir şeyi hatırlamak istemiyordum alsında. Ama hepsini mıhnatıs gibi çekiyor oluşuma bir çare bulamıyorudum. Neyseki bu kez çarem April'ın açılan dudakları oldu. "O'nun aksine, değer verdiğim insanlar için kendimden feragat edebilirim ben." Çare mi demiştim? 'O' derken kimi kasttetiğini düşünmek istemiyordum. Juliet'i mi kastediyordu. Hayır! İnanmıyorudum. İnanmak istemiyordum tüm bunlara. Hangi anne 9 ay karnında taşıdığı küçük kızını bırakıp gitmek isterdi ki! Hangi kadın bir direğin etrafında yarı çıplak dans ederek hayatını kazanmayı isterdi! Gözlerim kısa bir saniyenin içinde önce resme ardından ablamın gözlerine odaklandı. Onun masmavi gözlerine baktığımda yansımamı gördüm. Koskocaman açılmış iri mavi gözler ve donuk bakışlar. Yanaklarım kısa zamanda yeniden ıslanmıştı. Ama artık gördüğüm ne kendi yanaklarım, ne kendi gözlerim nede April'ınkilerdi.. Rüyamda gördüklerimi görüyordum yeniden. Bu kez daha canlı. Daha acılı. Bir an geliyor kucağımdaki bebeğe bakıyor, onu adını fısıldıyorum. Kalbim neşeyle hızlanıyor. Bir an geliyor ellerinin arasına beni almış olan kadına Anne demek istiyorum. Küçük dudaklarımdan karmaşık kelimeler çıkıyor. Ama sıradan bir bebek değilim. Doğumumdan kısa süre sonra ağlamayı kesen ve ardından sürekli gülen bir bebeğim ben. Ardından kadını ve bebeği görüyorum uzaktan. Gittikçe yakınlaşıyorum. Kadının kızını bırakmasının zorluğunu hissediyorum kalbimin en derin köşesinde. Bebeğimi sıkı sıkı kavramış bir anneyim yeniden. Karşımda genç bir adam var. Bebeğe doğru uzatıyor kollarını. Güvenli olduğunu biliyorum, doğru olduğunu. Ama anne yüreği, bırakmak istemiyorum yavrumu. Ardından yüzü yaşlarla kaplanmış, deli gibi ağlayan bir bebeğin hızlı ve acılı kalp atışlarına geçiyor sıra. Korkuyorum. Neden başka ellere veriyor beni? Neden yüzünde gidiyormuşcasına bir ifade var. Neden ağlıyor?! Neden ağlıyor?! Göz kapaklarımı uzun bir sürenin ardından yeniden açıp kapatıyorum. Yine masmavi gözler. Ama onlar ablama ait. "Hayır. Bunun doğru olmadığını biliyorum." dedim bütün kalbimde. Ellerini alıp tam kalbimin üzerine koydum. "Tam burada." ve ellerimle kafamı gösterim. "Ve burada." "Yüce Tanrı anılarımı bana yeniden verdi! Şükranlarımı sunuyorum ona. Annemi hayatımda tek görüşümü defalarca gördüm. Demetri'nin, kendimin ve Juliet'in gözlerinden. Hepsinin hissettiklerini hissettirdi bana. Binlerce, binlerce kez şükürler olsun Tanrım sana! Onun beni sevdiğini biliyorum!"
|
| | | Misafir Misafir
| Konu: Geri: Bir şapşalın şefkati. Salı Eyl. 14, 2010 2:29 pm | |
| İçine kovalar dolusu akıtılmış alınganlığı hala hissedebiliyordu. Annesi tarafından bir başına bırakılmak, geride kalan hangi normal çocuk için zahmetsiz bir katlanma halini alabilirdi? Yokluk duygusunun aniden canlanan ve korkuları nerenize gömdüğünü bilmediğiniz bir canavara dönüşmesi ne kadar da ürkünçtür. April küçüklükten bu yana bellediği hazin gerçeği, "öcü"lere inanıp duyduğu rüzgar sesiyle yatağın altına saklanan çocuklar kadar çekingen karşıladı. Evet, annesinin yokluğuna alışmış oluşuna karşın, özlemek ve alışkanlık tüm sınırları belirlenerek birbirinden ayrılan kavramlardı. Buluşmanın daha başında açmaya başlamış neşe çiçekleri, ekin vasfıyla toplanamadan solmak üzereydi şeklen. Kardeşinin vereceği tepkileri kestiremediğini fark edince gerçekten konuşmaların yükünü zihnine taşımaktan yorgun düşmüş olabileceğini kabul etti. Fakat henüz hiçbir şey sonlanmış değil ya, eski neşeleri tek saniyeyle verilen karar sonrası geri döndürülebilirdi. Umduğundan farklı sözcükleri dökmek üzere açılan Rosé'un dudakları, ilk duyduğunda anlamsız bulduğu kimi şeyler söyledi ve geri kapandı. Aynı şey gözlerinde de olmuş, açılıp kapanmışlardı. Sanki kendini toplamaya çalışan, badirelerle sarsılmış hayata malik bir erişkindi karşısındaki. April elinin başka biri tarafından hareketlendirildiğini gördü. Kız kardeşinin titrek, düzensiz ama manidar kalp çarpıntılarının avcu içinde kıpraştığını algıladı. Burada. Mutlaka kafasında da birtakım düzensiz oluşuyla birlikte, büyük anlam taşıyan düşünceler oynaşmaktaydı. Ve burada. Kendi kucağına çektiği ellerinden kafasını kaldırınca Rosé'un eliyle başını, muhtemelen bir simgeye gönderme yaparak, işaret ettiğini gördü. Yine de hala kendi kafasında taslağı oluşmuş fikriyata ters düşen, niteliksiz sözlerden ibaretti söyledikleri. Neden sonradan ayrımsayabildi, muhakkak kendi annesinin biçareliğinden bahsederken, Rosé, Juliet'i kast ettiğini düşünmüş olmalıydı. Oysa gerçeğin daha farklı olduğunu söylemek istercesine açıldı dudakları, içeride evren sonsuzluğu kadar boşluk olabileceğini düşündüren bir karanlık vardı. Açıklama yapmakta bir fayda göremeyeceğini anlamış gibi, ağız zarifçe geri kapandı. Ve tam burada, Rosé'un çıldırdığını düşünmesine ramak bırakan cümle öbekleri sıralandı kulak içine doğru. Bir insan nasıl olurdu da bebekliğine ait olduğunu bildiği anıları belleğinin bilinmez sırlarla çevrili duvarları arasından günümüze getirdiği iddiasında bulunabilirdi ki? Şaşalayan abla bir elini kardeşinin eli üstüne, diğerini omzunun ilerisine koydu. Endişeyle buluşan sakinliği içinde cayır cayır yanan korku faktörü, çılgın ateşler şeklinde bedenine dolanıyordu.
"Anlamıyorum, Rosalié. Nasıl... Nasıl olur da böyle konuşursun. İki avuca sığan bir bebeğin anıları, yetişkinliğine kadar saklandıktan sonra hatırlanabilir mi? Kaşla göz arasında hipnoz yapılmadıysa sana, bunun mümkün olabileceğini sanmıyorum." Tereddüt en sonunda alnını kırıştırmıştı. "Fakat bundan eminden, elbette inanırım sana novér. Onun seni sevdiğini söylüyorsan... Öyledir değil mi. Anne ve çocuk arasındaki bağ, kaçıp giden hangisi olursa olsun, asla kopmaz. Belki de hissedebiliyorsun bu nedenle. Ah... Bunca şey söyledikten sonra, onun yakında geri döneceğini de umuyor musun peki?" Konuştukları konuya deliliğin karışmış olduğunu düşünse de Rosé'u desteklemekten başka bir seçenek aklına bile gelmemişti. |
| | | | Bir şapşalın şefkati. | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |