~Rosié Clara Mthsey
~Kız
~Söhret
~“Çağırma büyüsüdür.Adı söylenen herhangi bir cismi veya nesneyi ve insanı çağırmaya yarar...”
Homurdanarak,
William’a baktım. Ders çalışmaktan sıkılmış, ve William’ın mavi
gözlerindeki huzursuzluğu fark etmiştim. Bunun akşam yemeğinde gelen
mektupla alakası olduğunu düşünmeden edemiyordum. Sabah değil de, akşam
yemeğinde 1. Sınıf bir Ravenclawlı tarafından William’ın eline
tutuşturulan mektupla. Korkmuş gözüküyordu. Anlattıklarıma hiçbir tepki
göstermeden, masanın üzerinde oynattığı ellerini izlemiş ve hiç
kıpırdanmadan sandalyede öylece dikilmişti. Beni korkutuyor ve o
mektupta ne yazdığını daha fazla merak etmeme sebep oluyordu. Bana
bakmasını umarak hafifçe boğazımı temizledim. Hâlâ öylece duruyordu.
Elimle zarifçe omzunu kavrayarak, sıktım. “William, bir sorun mu var?”“Hey, canımı acıttın!” Sonunda beni duymuş olmasına sevinerek, fakat aynı zamanda canını yakmış olmama da üzülerek mahcup bir şekilde gülümsedim. “Şey.. Bir sorun olup olmadığını sormuştum. Şu, mektupla ilgili.”
Gerildiğini hissettim. Omuzlarını dikleştirerek, oynadığı ellerini
sıkmaya başlamıştı. Dikleştirdiği sarı saçlarının arasından yanaklarına
kayan ter damlacıklarını görebiliyordum. Onu hiç bu hâlde görmemiştim.
Her zaman rahat ve umursamaz olurdu. O mektupta umursanacak ne vardı ki?
William, omzundaki elimi tutarak, kendinden uzaklaştırdı ve gıcırdayan
tahta sandalyeyi geri ittirerek, ayağa kalktı. Oturduğum yerde şaşkın
bir biçimde ona bakıyordum. Nesi vardı bu çocuğun? Telaşlı ve aceleci
bir sesle konuşmaya başlarken, aynı zamanda etrafı kolaçan ediyordu. “Jessica, gerçekten çok üzgünüm fakat çalışmana bensiz devam etmek zorundasın.”
Zaten, sessizce o sandalyede dikildiğinden, çalışmamı onsuz yapıyordum
ve onsuz devam etmem sorun olmazdı. Fakat neden aniden gitmesi de
kafamda soruların oluşmasına neden olmuştu. William, hızlıca kütüphane
kapısından çıkarken, “William, senin derdin ne?”
diye tiz bir şekilde bağırdım. Ya duymamış ya da umursamamıştı.
Kütüphanedeki birkaç kişinin ise bana şaşkın şaşkın baktığını
görebiliyordum. Onları umursamadan, sandalyemi hızlı bir şekilde
ittirerek ayağa fırladım ve kütüphane kapısına doğru koşmaya başladım.
Eğer bana derdini söylemiyorsa, ben öğrenecektim.
Kütüphaneden
çıktığında, dar koridora sapmıştı. Bense duvarların arkasına saklanarak,
onu izliyordum. Açıkçası, bu takip işinde iyi olduğumu da
söyleyebilirdim. Koridorda, William’ın botlarından çıkan, boğuk sesten
ve hızlı nefes alış verişlerinden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Kendimi
tebrik edercesine sırıttım. Fakat şu an kendimi övmekten daha önemli
işlerim vardı. Hogwarts Bahçesi’ne açılan kapıya doğru ilerliyordu.
Mektup her neyle alakalıysa, William’ın başını belaya sokacağa
benziyordu. Arada sırada arkasına bakıyor, benim korkuyla bir duvarın
arkasına saklanmama sebep oluyordu. Eğer beni, onu takip ederken
yakalarsa, ömür boyu affetmeyeceğini biliyordum. Onun için, arkadaşlıkta
hiçbir hata affedilemezdi ve ben on üç senelik arkadaşımı kaybetmek
istemiyordum. Fakat, arkadaşımı gerçekten önemsiyorsam, onun iyiliği
için bu riski göze almalıydım. Başka bir şekilde bitmesinden iyiydi. Ve,
onu arkadaştan daha çok önemsediğimi bilmemesi de gerekiyordu. Çünkü
onun, beni arkadaşı olarak gördüğüne emindim. Eğer, olur da ona farklı
türde duygular beslediğimi anlarsa olacakları düşünmek bile
istemiyordum. William, son bir kez daha arkasına bakarak kendini,
karanlık, soğuk ve yağmurun habercisi olan kara bulutların gökyüzünü
kapladığı bahçeye attı. Birkaç saniye sonra botlarımı nemli çamura
batıra batıra, Hogwarts Bahçe’sinde, sevdiğim çocuğu korumak uğruna
sessizce ilerliyordum. Botlarımı kirletmeyip, taş yoldan da
ilerleyebilirdim fakat William, tekrardan şüpheci ruhuna yenik düşüp
arkasına bakarsa diye çalılara yakın yürüyordum. Bu sayede, herhangi bir
yakalanma durumuyla karşı karşıya kaldığımda, kendimi çalılıkların
arkasına gizleyebilirdim. Yasak Orman’a doğru ilerliyordu. Aman Tanrım!
Gecenin bu saatinde ormanda bu kadar önemli ne olabilirdi ki? Hem
William, hem de kendim için korkmaya başlamıştım. Geceleri, kurt
adamların ortaya çıktığı söyleniyordu. Ya da kötü, karanlık büyücülerin.
Şu an, onu kolundan tutup, durdurabilirdim. Fakat, bunu yapmayacaktım. O
mektupta yazılanları merak ediyordum ve zaten onun da beni
dinleyeceğini pek zannetmiyordum. Öleceksek, beraber ölecektik.
Sonunda
Yasak Orman’a girdiğinde, adımlarını yavaşlatarak, derin bir nefes
aldı. Bense, ondan birkaç saniye sonra yavaşça ve sessiz adımlarla
ormana girerek, onu gözetleyebileceğim bir ağacın arkasına saklandım.
Fakat William, durmadan ilerlerken bunu yapmak o kadar kolay olmuyordu. O
nereye, ben biraz yakınındaki bir ağaç arkasına. Sessiz olmaya çok özen
göstersem de, yer değiştirirken yanlışlıkla bastığım dal parçaları,
William’ı korkutup, etrafa tekrardan bir göz gezdirmesine neden
oluyordu. Korkuma rağmen bu anlarda içimden gülmek gelse de, kendimi
tutarak dikkatlice yoluma devam ediyordum. Ormanın havası boğucu ve
ürkütücüydü. Arada sırada birkaç uluma yerimde zıplamama neden oluyordu.
Fakat, William hiç etkilenmiş görünmüyordu. Bir an gözüme gerçekten
cesaretli biri gibi gözükse de, dallara bastığımda yerinden hoplamasını
hatırlayarak bu düşünceyi kafamdan attım. Tekrar başka bir ağacın
arkasına geçerken, aniden durması beni endişelendirdi. Anlamış olabilir
miydi? Fakat uzun süre, olduğum yere bakmayınca farklı bir nedenden
durduğunu anladım. Bir ağacın altındaki çıkıntıyla uğraşmaya başlamıştı.
Bir… Sandık gibiydi. Şaşırmayla karışık bir şekilde sırıttım. Yoksa
bizim William, hazine mi bulmuştu. Fakat sandık o kadar antika
gözükmüyordu. Biraz zorladıktan sonra sandığı açmış ve içinden yeşil
renklerinde, tüylü, kitap gibi bir şey çıkarmıştı. İtiraf etmek
gerekirse günlüğüme benziyordu. Ama günlüğüm olduğunu sanmıyordum.
Sonuçta günlüğümün burada ne işi vardı? Cebinden bir fener çıkararak
kitaba benzeyen şeye tuttu. Üzerinde bir yılan şekli vardı. Evet, bu
benim günlüğümdü. Olduğum yerde kalakalmıştım. O günlüğün içinde,
William’a karşı hissettiğim her şey yazılıydı. Ağacın arkasında
yapabileceğim tek şey, onun bir arkadaş gibi davranarak o günlüğü
açmaması ve bana vermesiydi. Fakat bu pek de ondan beklenebilecek bir
hareket değildi. Günlüğün kapağını kaldırdığı an, bütün anılarımızın
solup gittiğini ve arkadaşlığımızın bittiğini anladım. Gözlerim, her
şeyi bulanık görmeme sebep olan yaşlarla kaplanmadan önce, net bir
şekilde son gördüğüm, William’ın şaşkınlıkla günlüğü elinden düşürmesi
ve ağaçların arkasında elini alnına götürmüş olan beni görmesiydi. “Bunu nasıl yaparsın Jessica? Sana güvenebildiğime inanamıyorum.”
Kendimi daha fazla tutamazdım. Gözlerimi sıkıp, üzüntülü bir şekilde
hıçkırmamla, gözyaşlarımın ormanın boğuk havasına karışması bir oldu. “William, lütfen beni dinle, açık-” Daha sözümü tamamlayamadan, William, bağırarak konuşmaya başlamıştı. “Her şey bitti Jessica. On üç yılı bu şekilde çöpe attın sen. Lanet olsun!” Ardından ise, eliyle bir ağaca vurarak yerdeki
günlüğü
tekmeledi ve koşar adımlarla Hogwarts’a doğru ilerlemeye başladı. Bense
adeta arkasından bakakalmıştım. Olayların bu şekilde geliştiğine
inanamıyordum. Bu böyle bitmemeliydi, bitemezdi. Yanımdaki ağaçtan
destek alarak, yavaşça kendimi ormanın soğuk ve nemli toprağına attım.
Günlük, ormanın karanlığına rağmen, amacına ulaşmışçasına parlıyordu.
Günlüğe, hiçbir yararı olmadığını bile bile birkaç küfür savurarak,
başımı ağacın gövdesine dayadım. Ağaçların, dalları arasından zar zor
görülen ay, adeta, “Kendin ettin, kendin buldun.” dercesine sırıtıyordu. Bu düşüncenin gerçekçiliğiyle kafamı sallayarak, dizlerimin arasına gömdüm. Her şey bitmişti. Omzunu biraz fazla sıkmış olmalıyım ki inleyerek bana baktı.