1. ÖZGÜRLÜK
Rebecca başını kaldırdı, gökyüzüne baktı. Sarah gibi düşünebilmek istedi, 16 yıldır en yakın arkadaşı olan kız gibi. Onun gibi gülücükler saçabilmek istedi; omuz başlarına kadar uzayınca topuz yapılmaya başlanan saçlarını onun rahatlığıyla serbest bırakabilmek, ışıl ışıl parlayan mağaza vitrinlerini onun gibi hayret ve beğeni arasında gidip gelen bakışlarla incelemek istedi. Yapamadı. Boğazında bir yumru vardı, ağlayıp kendini komik duruma düşürmemek için tüm gücünü harcıyordu. Daha şimdiden özlediğini hissedebiliyordu ve önündeki koca bir yıl bu şekilde geçecekti.Her şeyi özlüyordu, birkaç gün önceki yaşamına ait her şeyi... Çiftliklerini özlüyordu, sade ve gösterişsiz elbiseler içinde bile dünyanın en güzel kadını olan annesini, hasır şapkası ve beyazlamaya başlayan uzun sakalıyla babasını, yüzü olmayan bebekleriyle* oynayan küçük kız kardeşlerini, annelerinden dikiş dikmeyi öğrenen büyük kız kardeşlerini, bahçede arkadaşlarıyla beyzbol oynarken hırslı çığlıkları eve kadar gelen erkek kardeşlerini... Sarah’nın onun gibi hissetmediği ise apaçıktı; basit mavi elbiseli, altın sarısı saçları rüzgarla savrulan kızın kahverengi gözleri heyecanla parlıyordu. Her attığı adımla kalabalığın içine biraz daha sokuluyor, insanların içine girdikçe heyecanı biraz daha artıyordu. Kızların elleri kasabadan çıktıklarından beri kenetliydi, öyle sıkı tutuyordu ki Rebecca arkadaşının elini, parmaklarının boğumları bembeyaz olmuştu.
Sarah sonunda dikkatini ona yöneltti, yüzündeki gülümseme için kocaman sıfatı yetersiz kalırdı. “
Ne kadar heyecan verici değil mi?” diye sordu, sanki inkar etmenin olanağı varmış gibi. Rebecca duygularından söz edip arkadaşının keyfini kaçırmak istemedi. Bu hayatta bir kez yaşanan bir şeydi.
Amish mezhebine bağlı olanlar basit bir yaşama inanırdı. Hayatlarının ilk 16 yılını birlikte, teknolojiyi mümkün olduğunca az kullanarak, modern hayatın yıpratıcı boğuculuğunu reddedip tarlalarıyla uğraşarak geçirirdi. 8.sınıfa kadar okula giderlerdi. Makyaj malzemeleri ve mücevher kullanmazlardı. Mümkün olduğunca gösterişsiz kıyafetler giyerlerdi. Erkekler orduya katılmaz, kimse oy kullanmazdı çünkü Tanrı hariç bir varlığın –bu durumda devletin- korumasını kabul etmek istemezlerdi.Ve her genç, 16 yaşına geldiğinde cebine yüklü bir para koyulur ve dışarıya, gerçek dünyaya gönderilirdi. İstedikleri yere gidebilirler, istedikleri gibi dolaşabilirlerdi. İstediklerini yaparlardı. Bir yıllık süre sona erdiğinde köylerine geri dönerler ve bir seçim yaparlardı: dış dünyada kalmak veya hayatını Amishlerin arasında sürdürmeye devam etmek.
Hemen hemen her genç köyde yaşamayı tercih ederdi.
Rebecca şimdiden köye dönmek istiyordu. New York’a kadar gelmişlerdi ve Lancaster’a geri dönüşü en fazla iki saatti. Geri dönmesine kimsenin bir şey demeyeceğini biliyordu. Annesi ve babası memnun bile olurlardı. Ama kardeşleri... Dün gece büyük bir heyecanla onu yola çıkmaya hazırlayan kardeşlerini düşündü. Onlara gördüklerini anlatacağına söz vermişti. Tüm ayrıntılarıyla, sanki yaşamışlar gibi. Böylece 16 yaşına geldiklerinde hazırlıklı olacaklardı, ailedeki en büyük kardeş Rebecca’ydı ve onları bu büyük olaya hazırlamak için büyük bir sorumluluk hissediyordu.
Konuşursa sesinin çatlayacağını biliyordu, boğazındaki koca yumruya rağmen yutkundu ve hala cevap bekleyen Sarah’ya bir şey söylemek için fazla heyecanlıymış gibi başını salladı. Heyecanlı olduğu doğruydu aslında, kalbi kafesinden çıkmak için çırpınan yırtıcı kuşlar gibi çarpıyordu; vahşi ve çiğ duygulardı hissettikleri. Sarah daha önce birkaç kere şehre, doktora gelmişti ama bu Rebecca için ilkti. Bu kargaşanın, insan kalabalığının ve keşmekeşin içinde olmak onu arkadaşı gibi eğlendirmekten çok bunaltıyordu. İçinde tarif edemeyeceği bir sıkıntı vardı, rahatsızdı. Bir yıl boyunca insanlarla konuşup anlaşmak için ağır aksanlı İngilizcesini kullanmak zorunda kalacaktı. Bu dünyanın içinde eriyerek kaybolup gitmemeyi umdu.
Gökyüzünün pastel mavisine toz pembeler ve açık turuncular karıştı, mavi koyulaştı ve sonunda lacivert bir örtü haline geldi. “
Bu saatte, böyle bir yerde olabileceğimizi hiç düşünür müydün Becca?” diye sordu Sarah. Nihayet aşırı heyecan ve mutluluktan kurtulmuş, doğru düzgün düşünmeye başlamıştı. Yanaklarının kırmızılığı yerini o alışıldık soluk pembeye bırakmıştı. İki kız şehrin merkezindeki bir parkta oturuyorlardı. Duruşları aynıydı; dik, elleri kucaklarında kavuşturulmuş, tıpkı büyükannelerinin annelerine, annelerinin de onlara öğrettiği gibi.
“
Hayır.” diye cevapladı Rebecca. İlk saatlerdeki çekingenliğini üstünden atmış ve yavaş yavaş içinde bulunduğu durumun keyfini çıkarmaya başlamıştı. En iyi yaptığı şeyi yapıyordu yine, uyum sağlıyordu. “
Asla aklıma gelmezdi.”
Yanındaki kıza bakarak gülümsedi. Sarah da gülümsemesini sıcacık, içten bir tebessümle karşılayınca eylül akşamının insana hafif bir ürperti veren serinliğine rağmen Rebecca’nın içi ısındı. Tüm zıt huylarına ve alışkanlıklarına rağmen neden bu kızın en iyi arkadaşı olduğunu anımsadı, yaptığı ilk düzgün arkadaşlık ekmeğini** öncelikle onunla paylaşmasının sebebini hatırladı ve birlikte oldukları sürece kendini iyi hissedeceğini bu sefer şüphesiz kabullendi.
“
Yine de,” dedi kız hafifçe iç çekerek, “
dışarıda sabahlamak istemiyorsak artık bir otele yerleşmeliyiz.”
Rebecca onayladı ve iki başıboş genç kız sokaklardaki uzun gezintiye, uygun olduğunu düşündükleri bir otel buluncaya kadar devam etti.
2.İLK GÜNAH
“
İlk denemek istediğim şey bu.”dedi Sarah ciddi bir tavırla. Kızlar aynanın karşısındaydı, aynadaki yansımaları hala iki köylü kızını gösteriyordu ve bunun farkındaydılar. İkisi de sessizdi, duruşları yaşlarından çok daha büyük insanlar gibiydi. Rebecca’nın bakışları aynadan, Sarah’nın elinde tuttuğu şeye yöneldi: metal kapağı yandaki masanın üzerine bırakılmış, insanların içlerindeki şeytanı ortaya çıkarmalarına yardım eden, Tanrı’nın verdiklerine burun kıvırıp kendi elleriyle kendilerini değiştirmek isteyenlerin keşfettiği bir günah kaynağı, dünyevi bir oyuncak. Bir ruj. “Kışkırtıcı Kırmızı” tonunda, henüz hiç kullanılmamış pürüzsüz yüzeyi bir genç kızın dudaklarıyla buluşarak hayat bulmayı, bir erkeği baştan çıkarmasına yardım etmeyi, yedi büyük günahtan birini –şehveti, luxuria’yı, Asmodeus’a atfedilen günahı- yaşatmayı bekliyordu. Sarah bunu sürecekti ve dudakları değişecekti, dolgunlaşacaktı, Havva’nın Adem’e uzattığı elmanın rengi dudaklarında hayat bulacaktı. Bu düşünce Rebecca’yı ürpertti.
Makyaj, Amishlerin yasaklarından biriydi ve kızların ikisi de biliyordu ki bir yasağı çiğnediklerinde, devamı gelecekti. Küçük günahlar tıpkı yağmur gibiydi; birkaç küçük damlayla başlayacak, ıslanmayacağınızı düşündürecekti önce. Sonra yavaş yavaş hızlanacak ve yağmurun en keyifli halini alacak, çiselemeye başlayacaktı. Bu damlaların altında ıslanmak hoşunuza giderdi, eğer hep böyle devam etseydi tabii. Sonra sağanak halini alacaktı. Bir kere geç kalmış ve sığınak bulma şansınızı kaybetmiştiniz, sığınacak bir yer aramak yerine bu yağmur altında ıslanmayı seçmiştiniz. Bu yüzden, iliklerinize kadar ıslanmayı ve üşümeyi hak etmiştiniz.
Sarah huzurlu sıcaklıktan bıkmıştı. Üşümek istiyordu. Donarak ölme ihtimali umrunda değildi.
Rebecca ağır ağır başını salladı. Anlıyordu. Hiçbir zaman ağırbaşlı ve sakin bir kız olmamıştı Sarah. Haftanın en az yoğun geçen Salı günleri işlerini bitirmiş, bir duvarın üstünde oturan gençlerin önünden geçerken yürüyüşünün değişmesine, dudaklarının kenarına yaramaz bir gülümseme kondurmasına ve gözlerini süzmesine kaç kere şahit olmuştu Rebecca. Bunun için annesinden yüzlerce kez azar işitmesine rağmen bu huyundan vazgeçmemişti arkadaşı.
İki kızın bakışları aynada buluştu ve Rebecca bu bakıştaki sessiz ricayı anladı. Sarah’nın başını parmaklarının ucuyla yönlendirerek kendine çevirdi. Kırmızı ruju eline aldı, dikkatlice kızın dudaklarına sürdü. Sarah dudaklarını birbirine bastırdı, sonra yeniden araladı. Loş odada parlayıp sönen kırmızı, daha önceden farketmediği bir tehlikenin işareti gibi geldi Rebecca’ya.
3. 365. GÜN
Uzun bir yılın ardından Rebecca koyu kahverengi deri bavuluna eşyalarını geri yerleştirdi. Birkaç elbise, iç çamaşırları, başlıklar, çoraplar ve birkaç çift ayakkabıdan başka koyacağı bir şey de yoktu zaten. Getirdiği şeyleri geri götürüyordu, gezdiği şehirlerde aldıklarının Amish kasabasında yeri yoktu. Yanında durup onu izleyen Sarah’ya göz ucuyla baktı sadece, neden orada dikilmek yerine bavulunu hazırlamaya başlamadığını sormadı. Biliyordu. Bu konuda aralarında aylardır sessiz bir anlaşma vardı ve Rebecca dönüş zamanı geldiğinde yolda yalnız olacağını biliyordu.
“
Ailenle vedalaşmayacak mısın?” diye sordu yavaşça. Sarah’nın yüzüne buruk bir gülümseme yayıldı. Odadaki gergin, beklenti dolu hava dağılmıştı. Sonunda birisi Sarah’nın kasabada huzurlu ve güvenli bir hayat yerine deli dolu, tehlikeye açık ve bir rollercoaster gibi ani iniş çıkışlarla dolu dış dünyayı tercih ettiğini dile getirmişti.
“
Hayır.” dedi kız. “
Bu, işleri daha da zorlaştırmaktan başka bi’ b.ka yaramaz zaten.” Yüzündeki gülümsemeye karşın gözleri buğulandı, sesi titredi konuşurken. “
Onları tekrar görmek istemiyorum. ‘Beni hayal kırıklığına uğrattın.’ ifadesini yeteri kadar çok gördüm, inan bana. Ben burada iyiyim. Param bitince garsonluğa başlarım, başımın çaresine bakarım. Beni bilirsin.”
Rebecca’dan çok kendisini inandırmaya çalışır gibiydi ama Rebecca bunu arkadaşının yüzüne vurmadı. Sarah gözlerinden akan birkaç damla yaşı gizlemek için arkasını dönüp çekmeceleri düzenliyor gibi yaparken başıyla onu onayladı, bavulunun kapağını kapatıp fermuarını çekti. Kendini sadece basit bir bavulu değil, aynı zamanda dış dünyadaki yaşamını da kapatıyor gibi hissediyordu. Gerçek şu ki, Rebecca burada aradığını bulamamıştı. Sarah her ne gördüyse, kendisi bunu görememişti. O, hayattan büyük beklentileri olan bir kız değildi. Ailenin kutsallığına inanıyordu, gelecekte olacak çocuklarının kendisi için sonsuz mutluluk kaynağı olacağına emindi. Bunun karşılığında yemek yapıp çamaşır yıkamak ve erkeğinin isteklerini yerine getirmek uygun bir bedel gibi görünüyordu ona. Lancaster’daki yaşamını seviyordu, insanlara tüm benliğiyle güvenebilmeye ve borç para istediklerinde geri vereceklerini bilmeye ihtiyacı vardı. Bir an önce geri dönmek istiyordu, elleri ve ayakları daha da hızlanıyor, eve dönen yola varmak için sabırsızlanıyorlardı.
Sarah, çekmecelerin birinden bir şey çıkardı, bir eliyle nemli gözlerini kurularken diğer eliyle Rebecca’ya bir zarf uzattı. Bir mektup. “
Bunu babama vermeni istiyorum Becca, yaparsın değil mi?” diye sordu. Sesi, Rebecca’nın ondan duymaya alıştığı tonda değildi. Ümitsizdi, yalvarırcasına çıkıyordu dudaklarından. “
Elbette.” diyebildi sadece Rebecca, biraz afallamıştı. Belki de son sefer olduğunu bilerek arkadaşına sıkı sıkı sarıldı, kasabadan ayrıldıklarından beri değişmeyen tek şeyi, kokusunu içine çekti. Evet, Sarah fazlasıyla değişmişti. Kırmızı bir rujla başladı değişimine, sonra kıyafetleri ve saçları geldi. Takıldığı insanlar değişti, alışkanlıkları değişti, daha önce hiç duymadığı şarkılarda kendini kaybetti, dışarıda sabahlamaya başladı. Bir dövme yaptırdı, onu kaşında bir piercing takip etti. Teknolojiyi reddeden eski yaşamını komik buluyordu artık, bir cep telefonu ve laptop aldı. Duruşu değişti, bacak bacak üstüne atıp kaykılarak oturmaya başladı. Ama kokusu, bir demet kır çiçeği gibi kokan teni hiç değişmedi.
Kızların kolları uzunca bir süre sonra gevşedi, gülümseyerek birbirlerine baktılar. Soru sormadılar. Yargılamadılar. Eleştirmediler. İkisi de biliyordu ki bu seçim, hayatları boyunca yaptıkları en doğru seçimdi. Düşünmek için koca bir yılları olmuştu ve ikisi de en ufak bir şüphe duymuyordu. Rebecca geri dönecekti, Sarah kalacaktı.
4.DÖNÜŞ
Rebecca’nın zihninde tek bir cümle vardı: İlk taşı atan ben olmayacağım çünkü ben de günahkarım. Yedi Ölümcül Günah’ın yedisini de işlemişti. İlk kez, gece kulübüne gittikleri akşam, aynadaki makyajlı ve mini elbiseli görüntüsünden fazlasıyla hoşlanmış, kendini oradaki tüm kızlardan güzel görmüştü.
Superbia, gurur, kendini beğenmişlik. Kaç kez bir mağazaya girdiğinde sadece görünüşlerindeki albeniye kanıp gereği olmayan bir sürü takı, ayakkabı ve çanta aldığını, her zaman daha fazlasını istemiş olduğunu hatırlamıyordu bile.
Avaritia, açgözlülük. Birkaç gün yemeklerin çekiciliğine kapılıp kendini kaybetmesi haricinde zaten pek de yapmadığı bir şey olmasına rağmen yine de Rebecca’yı utandıran bir günahı vardı.
Gula, oburluk. Günahlardan birini rutin haline bile getirmişlerdi Sarah’yla, Salı ve Çarşamba akşamları yemek yedikten sonra hiçbir iş yapmadan yatıp uyurlar ve ertesi gün caddeden gelen araba ve insan sesleri dayanılmaz olana kadar uyanmazlardı.
Arcedia, tembellik, miskinlik. Ve Rebecca’yı en çok utandıran, belki de en ağır şekliyle işlemiş olduğu günah vardı. Barlarda genç erkeklerle kesiştiğini, vücudunu onlara dayayarak dans ettiğini, tenha bir köşeye doğru ilerlediklerinde elini pantalonlarının önünde gezdirerek onları baştan çıkardığını inkar edemezdi. Artık bir bakire de değildi.
Luxuria, şehvet düşkünlüğü. Bu günahı işlemesine başka bir günah aracılık etmişti zaten. Sarah bekaretini kaybettiğinde öyle mükemmel anlatmıştı bu duyguyu, Rebecca içinde ilk kez arkadaşı için böyle güçlü bir olumsuz his beslemişti.
Invidia, kıskançlık. Kıskançlık beraberinde arkadaşını da getirmişti. Evet daha önce bunu hissetmişti ama bu kadar şiddetli olmamıştı hiçbir zaman.
Ira, öfke.Her şeye rağmen Tanrı’nın affediciliğine inanmak istiyordu Rebecca. Yaptıklarından gerçekten pişman olmuştu, kendini O’nun bağışlayıcılığına bırakacak ve sahip olduğu yaşamı ellerinden alıp daha iyi bir insan olmasına yardım etmesini dileyecekti.
Otobüsten yeni inmişti, York’taydı. Amish kasabasına kadar bir taksi tutabilirdi. Ya da eski alışkanlıklarına geri dönüp bu kırk beş dakikalık mesafeyi yürüyebilirdi. Kendi kendine gülümsedi. Basit yaşamına geri dönüyor olmak güzeldi. Otobüs, metro, tramvay ve insanların sıkışıklıktan üst üste bindiği o araçlara bir daha binmeyecek olmak güzeldi. Bu insana güven veren eylül akşamında, 17 yaşında bir genç kız olmak güzeldi.
Bundan sonrası oldukça hızlı gerçekleşti. Rebecca ilk önce ayak seslerini duydu, ilk önce hafif hafif, sonra da gittikçe yaklaşarak ve sesleri artarak gelen ayak sesleri. Bir şey yapmasına fırsat kalmadan başının arkasında bir acı hissetti, gözleri karardı, bilinci kapandı, yüz üstü yere düştü. Başının kenarında kandan kırmızı bir göl oluştu. “
S.KTİR!” diye telaşla bağırdı koşarak gelen adamlardan biri. “
S.ktir Gibbs, kızı öldürdün a...na koyim!” Daha önce ne böyle bir şeye karışmış ne de birinin öldürüldüğünü görmüştü. Elleri havaya kalktı, bu hareketi neden yaptığını anlamamışçasına ellerine şaşkınlıkla baktı adam, sonra da onları ensesinde birleştirdi ve hızlı hareketlerle sokağın sağını solunu kontrol etti. Gibbs, yerde yatan bedenin başına eğildi, “
Ne kızı lan o....u çocuğu!” diye homurdandı. “
Bu havada uzun pardösüyü ancak teşhirci .mcıklar giyer. Düğmelerini açıp s.kini kız arkadaşının önünde sallandırmasını ister miydin? Bence de istemezdin. Dünyaya bi’ iyilik -” Pardösüyü açan elleri altındaki uzun elbiseye ulaşınca duraksadı. Gözleri kızın saçlarını altında sakladığı başlığa takılınca kocaman açıldı. “
GÖRDÜN MÜ?” diye bağırdı Tim. “
KIZ OLDUĞUNU SÖYLEMİŞTİM-“ Gibbs’in tehditkar bakışlarıyla karşılaşınca sesini biraz alçalttı. “
Kızı öldürdük a...na koyim, öldürdük. Şu kıyafete bak, kesin Amish...” “
Üstelik beş parası olmayan bi’ Amish.” dedi Gibbs hoşnutsuzlukla. Kızın ceplerini karıştırmış, bulduğu ise boş bir cüzdanla ince bir zarf olmuştu. Zarfı kendi cebine soktu. “
Her b.ku kendileri yapıyorlarsa neye para harcıyo bu s.kikler? Zarftan en fazla 200 dolar çıkar. Neyse kaldır k.çını.” Tim’in inanamaz bakışlarıyla karşılaşınca sesini yükseltti. “
Ne duruyorsun lan, bi’ de cenaze mi yapacaksın? Yürü kimse gelmeden ikileyelim.” O kadar soğukkanlıydı ki, Tim ona itaat etmekten başka çare göremedi bu durumda. Aceleyle yürümeye başladılar. On-on beş adım sonra Tim aniden durdu, “
Bekle!” diye bağırdı. Gibbs, sabrının sınırında olduğunu açıkça belli eden bir ses tonuyla “
Ne var?” diye sordu burnundan soluyarak. “
Kanıtlar ne olacak?” diye sordu Tim, nefes nefeseydi. “
Kızın her yerinde parmak izlerin var. Polis kızı bulunca n'olucak?” Gibbs derin bir nefes aldı ve deri eldivenini gösterdi. “
Tedbirsiz gelecek kadar acemi mi görünüyorum?” Bu cevap Tim’e yetmişti. Elleri ceplerinde uzaklaşmaya devam ettiler, arkalarında vermesi gereken bir zarf, anlatması gereken anılar ve kucaklaması gereken insanlar olan güzel bir genç kız bedeni ve birkaç dakika önce güzel olduğunu düşündüğü bir Eylül akşamı bırakarak.
*Bu mezhebin geleneklerine göre oyuncak bebeklerin yüzleri olmamalı, bu kendini beğenmişliğe yol açar.
**Arkadaşlık ekmeği özel bir tarif, bu ekmeği yapan kişi arkadaşlarıyla paylaşıyor, yiyen kişi yine bir ekmek yapıp kendi arkadaşlarıyla paylaşıyor vesaire öyle bir zincir oluşuyor.