Gergin bir şekilde taksinin arka koltuğunda otururken gözleri camdan yamsıyan ışıklardan dolayı parlıyordu. Kemikli parmakları elindeki telefonu sıkmaktan bembeyaz kesilmişti. Sarı araba Manattan sokaklarında yasal limite uygun giderken düşündüğü şey hayatının başka bir zemine kayıyor olduğuydu. Genç adamın içine üzüntü istenmeyen bir kuş gibi yuva yapmış, göğsünde dolanıyordu. Ama neden böyle olduğunu tam da bilmiyor. Sonuçta Mose depresifleşse bile mantıklı düşünür. Yani çoğu zaman. Daha önce birkaç kere mantıksızca düşünmüşlüğü var ama onları yapmayacağını biliyor. Yapmaz. Telefon elinde titredi. 1 sesli mesaj. Hızlıca telefonun tuşuna basarak kulağına götürdü. Kızın artık son reddede titreyen sesini duydu.
'Achille. Gözünde ne olduğumu öğrenmem iyi oldu ve aslında mutlu oldum çünkü ben herkesi üzen sersemin tekiyim. Çok yanlış yaptım ve en son yanlışımı sen de gördün. Muhtemelen sana söyleyecekler çıkacaktır ama senin farklı olduğunu düşünmüştüm. İlk kez sevilebileceğimi sanmıştım ve herzamanki gibi yanılmışım. Sen de Golden Boy cazibeni kullanan ve diğerleri gibi olabilen bir erkeksin sanırım ama benim gibi bir sürtüğe de bu yakışır zaten. Bu geceden itibaren gidiyorum. Hepinizin hayatından. Çınar ağacımın altından başlayacak yolculuğum. Suicide is painless Achille. Güzel şarkı. Dinle ve beni anımsa. '
Kızın cümleleri hırıltılı nefes sesleri ile yarıda kesiliyordu. Gözünde ne olduğunu mu öğrenmişti? Gözünde ne olduğunu sanıyordu Tanrı aşkına? Sevilebileceğimi sandım... Karnına bir bıçak saplanmış gibi hissediyordu. Sanki birisi bir ekmek bıçağını karnına saplamış sağa sola savurarak bütün iç organlarını dağıtıyormuş gibi. Seviyordu zaten. Sevmiyor muydu? Hissettiklerini o gece ona söylemiş olmayı diledi. Evet, her şeyi mahvetme konusunda çok başarılı olduğunu kanıtlamıştı. En azından gidecekleri yeri doğru tahmin etmiş olduğuna sevindi. Son üç cümle Achille'in kulaklarında yankılandı. Suicide is painless... Güzel... Beni anımsa... Hayır, Mose. Saçmalıyordu. Saçmalıyor olmasını diliyordu. Parmakları telefonu kıracakmış gibi sıkmaya devam ediyordu. Eklemlerinin acıdığını hissetti. Zamanında varabilmeyi umuyordu. Her şey için geç olmadan. Bunu yapabilecek kadar düşüncesiz olduğuna inanmak istemiyordu, her şeyi bbırakıp gitmek küçücük bir şeyde. Kabul edilemezdi. Suçluluk duygusu da göğsüne bir fil oturmuş gibi hissetmesine yol açıyordu. Ve panik. Bu duygular karmaşası içinde sinirden kafasının zonklamaya başladığını hissediyor. Olduğu yerde döndüğünü. Kafatasının delirmiş bir sivrisinek gibi vızlayarak habire, gözünü kararttığını. Şoföre daha hızlı olması için bir şeyler söylemek istiyordu ama bir işe yaramayacağını biliyordu. Alt dudağını kemirmeye başladı. Yüzüne hücüm eden ve hızlı akan kanı yüzünden sıcakladığını hissediyordu. Üzüntüsü daha da artıp sıkıntısının sınırlarını geçti işte. Sakin olması lazım. Şakacı, tatlı, umursamaz olması Lazım. Lazım da, nasıl olacak ki? Böyle bir durumda, zemin ayağının altından çekiliyormuş gibi hissederken nasıl öyle olacak. Geçirdiği her saniyede habire daha az zamanı, yeri kalırken; ufalırken, azalırken kendine hakim olma kabiliyeti, Nasıl yatıştıracak ki kendini? Nasıl sakin, tutarlı- elinin körü işte, olacaktı ki? Panik içindeydi bir kere, doğrusu bu. Erozyon paniği. Taksinin camını filan kırmak, buharlaşmak istiyor. "Mose, bırakma beni, sakın!" diye bağırmak, bir şeyleri açıklayabilmek, saklamamak büsbütün- istediği bu. İkinci kere bunun olmasına dayanamazdı çünkü. Öyle hissediyordu. İkinci kere değer verdiği birinin onu bırakıp gitmesini kaldırabileceğini sanmıyordu. Symphony'den sonra. Şoför bir şeyler mırıldandığında düşüncelerinden sıyrıldı. Central Park'a gelmişlerdi. Ne verdiğine bakmadan adama bir miktar para uzattı ve üstünü beklemeden kapıyı çarparak çıkarken taksici radyonun düğmesine dokundu. Achille arabanın içinde yayılan şarkının hangisi oduğunu duymadı.
"Through early morning fog i see, the visions of the things to be, the pains that are withheld from me, i realise and i can see..."
Yüzünü ekşiten taksici şarkının depresif olmasıyla ilgili bir şeyler mırıldandı ve sonra gaza bastı. Achille ise koşar adım parkın kuzey girişine yönelmişti. Görkemli metalik ve taş kemerin altından geçerek çınarın olduğu tarafa, King Jigiello'nun oraya yöneldi. Telefon hala elindeydi ve sol el parmakları inanılmaz derecede ağrıyordu. Göğsünü sıkıştıran panik duygusunun yağmurla beraber akıp gitmesini diliyordu. Çok kötü bir yağmur başlamıştı ve aivert kedslerin altında çakıl taşlarının kaydığını hissediyordu. Heykelin yanından geçip çınara yaklaştığında kanı dondu. Olduğu yere sabitlendi. Çınarın altında gördüğü silüetin o olmamasını diliyordu.
"Tanrım lütfen.."
İki ayağına da kocaman birer gülle bağlanmış gibi hissediyordu. Buna rağmen kendini zorlayarak harekete geçti ve yerde yatan genç kız bedine doğru ilerledi. Beyninin gördüklerini analiz etmemesi şu an belki en çok istediği şeydi. Sarı saçlar, narin bir beden, aşina olduğu kıyafetler. Yerdeki malibu şişesi gözüne çarptı. Beyaz olduğu için çabuk göze çarpıyordu. Derin bir nefes verdi. Sadece içip sızmış olmasını umuyordu. Öyle olması gerektiğini biliyordu. Yere kızın yanına diz çöktü. Yüzüne düşmüş ince telli sırılsıklam saçlarını çekti. İfadesiz bir yüz. Rahat nefes alabilmesi gerekiyordu. Sağ omzunu kendisine doğru çekti sırt üstü konuma gelebilmesi için. İnce kazağı ve gömleği sırılsıklam olmuş, üstüne yapışmıştı bile. Burnundan sular damlıyordu ve yağmur görüşünü kısıtlıyordu. Altları çamurlanmış elbisesinin eteğinde iki tane plaka gördü.
"Hayır-"
Yüzü acıyla gerildi. Ruhu iki kere- üç kere çekildi kıyma makinesinde. Ne zaman yere bıraktığını hatırlamadığı blackberrye atıldı hızlıca. Ekrandaki mesaj yazısını veya herhangi bir şeyi görmeden tuşluyor rakamları. Sesi bilinen Achille Sebastien D'Artagnan sesi değil.
"Central Park, kuzey girişine bir ambulans gönderebilir misiniz? Acil- intihar vakası. Evet. Evet!"
Cebine tıkıştırdı telefonu. Bunu yapabildiğine şaşırıyor ama yapıyor. Kızın ıslak dudaklarına minik ve çok hızlı bir öpücük kondurup kucağına alıyor zarif bedenini. Kucağındaki kızla hızlı adımlarla çakıllı yola çıktığında ruhunu çıkarıp atmak istiyordu bedeninden. Eğer o giderse. Ruhunun üstüne kusmak. Sonra da sokak köpeklerine atmak. Yiyip bitirsinler. Ruhsuz kalırsa, acı çekmezdi belki. Yoksa tepe taklak gidiyordu Achille. Ruhundan kurtulursa şu an; bir ağaç dalına, bir elektrik direğine, bir banka filan asılır tutunur belki. Eğer ruhunu çekip çıkaramazsa bunun acısına katlanamayacağını biliyordu. Her şey için geç olmaması için yalvarıyordu içinden. Görüş alanına giren kemerli girişin orada hiç bir araç, ambulans ışığı, hiçbir şey görünmüyordu. Kollarındaki kızın bedenini daha da sıkı kavradı. Son reddesine ulaşmış yağmur genç adamı iç çamaşırlarına kadar sırılsıklam etmişti ama umursamıyordu. Kumral saçları alnına ve şakaklarına yapışmıştı. Mavi gözleri yağmur suları olmadığından neredeyse emin olduğu bir sıvıyla parlıyordu, camlaşmıştı. Düzgün kaşlarından elmacık kemiklerine sular damlıyordu ve yüzünde ruhu yüzyıllardır aı çekmiş bir hayaletinki gibi görünüyordu. Kollarındaki kızın ıslak sarı saçları kazağının omzuna ve kollarına yapışmıştı. Kemerin yanındaki sokak lambasının yanına varan adam siren sesini duydu. Sonunda. Yağmur damlaları kızın yanaklarından kayarken kendisinin olmasına neredeyse ihtimal veremeyeceği bir sesle onu duymadığını bilen kıza yalvarır gibiydi.
"Sakın, beni bırakayım deme. Sakın."
Büyük çaplı bir şimşek çaktı gökyüzünde. Her yer beyaza büründü o an. Buradaki varlıklar gitmiş de ruhları gelmiş gibi. Gök gürültüsü. Siren. Ambulans hızlıca yaklaştı ve ani bir frenle durdu Achille'in önünde. Dişlerini sıkı sıkı bastırmıştı birbirine genç adam. Kurtulurdu. Kurt ulur. Kurt- Ul. Kurt- ULUR.. Kurt ulur; ulur ruh. Acıyan Ruh. Ulur. Ulur. Duymaz ki kimse.